Yanlış bir terkip: İttihat ve terakki
Türkiye’deki siyasi partilerin de neredeyse hepsi İttihat ve Terakki Partisinin içinden çıkmıştır.
İttihat ve terakki adeta milletimizin kafasına kazınmış bir terkiptir ama yanlış bir terkiptir!
Çöküşünün son yıllarında Osmanlı’yı yöneten İttihat ve Terakki Partisinin programı, birçok yönüyle, yeni kurulan Türkiye Cumhuriyeti’nin de programı olmuştu.
Bu program, bir tarafta Batıcılığı, modernleşmeciliği (terakki) esas alırken, diğer tarafta Batılı düşmanlara karşı milliyetçilik, vatanseverlik hisleri temelinde bir araya gelip kenetlenme fikri üzerine kuruluydu (ittihat).
İttihat ve terakki kavramları ilk bakışta birbiri ile uyumlu gibi görünse de, ikisinin arasında derin bir karşıtlık söz konusu.
Çünkü ilerlemenin, gelişmenin (terakkinin) hedefi olan “muasır medeniyetlerle”, aynı zamanda karşısında birleşmeyi (ittihadı) gerektiren “düşmanlar” aynı!
Bu garip terazinin “terakki” ve “ittihat” kefeleri hep ters istikamette hareket ettiler.
Türkiye’de ittihatçıların sesi, kalkınmanın (terakkinin) hız kazandığı zamanlarda kısılırken terakki çabalarının başarısız olduğu zamanlarda güçlendi.
Batının gelişme çizgisini yakalama ümidi azaldıkça milliyetçilik ve Batı düşmanlığı (ittihatçılık) güç kazandı.
Üretilen “Batıya rağmen batılılaşma” gibi çelişkili, tutarsız, anlamsız formüller işe yaramadı.
Art arda gelen ekonomik başarısızlıklar fırtınası, pek de sağlam temellere istinat etmeyen Batılılaşma siyasetini gözden düşürdü.
Terakki ümidi azalınca derhal güçlenen “ittihatçı kafası”, halkın önüne her daim bekasından endişe edilen “vatan” adına aç kalmayı, fukaralığa göğüs germeyi, korkmayı, çatışmayı, milliyetçilikle doyup, güvenlik endişesiyle her türlü hak ve hürriyet talebinden vaz geçmeyi koydu.
Bu da uzun süre tahammül edilebilir bir şey değildi. Bir yönetim aracı olarak “korku” bir müddet işe yarasa da uzun vadede “ümit” gerekiyordu.
Sağ hükumetlere daha çok ilham veren “terakkici kafasıydı”, çünkü “ittihatçı kafası” ülkeye hiçbir zaman refah, saadet, adalet ve kalkınma vaat edemiyordu.
Ayağını yorganına göre uzatmak, rasyonel Batılı düşünce tarzına uygundu ama beklenen “terakkiyi” bir türlü göremeyen, ittihatçı zorbalığına da katlanmak istemeyen halk sabırsızlanıyordu.
Popülist sağ siyasetçiler, rasyonel itirazları “istemezükçülük” diye damgaladılar.
Halkın teveccühünü kazanmak için rakiplerini, vizyonsuzlukla, iş bilmezlikle, Türk insanını küçümsemekle itham ettiler.
Galip Batı karşısında derin bir eziklik hissi ve aşağılık kompleksi yaşayan insanların duygularını alenen istismar ettiler.
Fakat “terakki” konusunda başarısız olunca onlar da ister istemez “ittihatçılık” çukuruna düştüler!
Sağ hükumetlerin, “ezeli düşman” olan Batı karşısında, gerçek bir değer üretmeden, sadece Batı’dan alınan borçlarla bir varlık gösterme iddiası, düşmanı yenmek için düşmana benzeme formülünden daha az saçma değildi!
Ya da Batının ahlakını dışlayıp tekniği almak, bir yandan muhafazakâr bir yandan devrimci olmak anlamlı bir hedef değildi!..
İktidara gelebilmek ve iktidarda tutunabilmek için halkın örselenmiş milli gururunu istismar edenler, istemeden de olsa halkı ekonomik açıdan köleleştirdiler.
Onlara aldanıp peşlerine düşen halkımız bugün düştüğü derin yoksulluğun, açlığın şokunu yaşıyor!
İnsanlarımızın mühim bir kısmı, dirilişimize mâni olmaya çalışan dış güçlerle boğuştuğumuza dair ittihatçı komplo teorilerine yaslanarak düştüğü tuzağı inkâr etmeye çalışıyor.
Artık şunu görmemiz gerekiyor: İttihat ve terakki formülü, neredeyse bir asırdır türlü çeşitli formlarını uygulayıp işe yarar bir netice alamadığımız, yanlış ve çelişkili bir formül.
“İttihat ve terakkiyi”, yani düşmana karşı birlikten doğacak gücü ve düşmana yetişmek üzere onun ayak izlerini takip ederek ilerlemeden doğacak refahı, devlet yönetimi felsefemizin kalbine beraberce yerleştirmiş olmamız mühim bir hata.
Bizim artık radikal bir zihniyet değişikliğine ihtiyacımız var.