Ya içindesindir çemberin ya da dışında hikâyenin
2022 yapımı "The Wonder" isimli harika bir film var.
Şu sözlerle başlıyor:
“Bu filmde tanışacağınız karakterler tüm samimiyetleriyle hikâyelerine inanıyorlar. Hikâyeler olmadan hepimiz birer hiçiz!”
Film, 1862'de İrlanda’nın oldukça dindar ve bir o kadar da fakir bir köyünde yaşananları anlatıyor.
Dindar İrlandalılar, o yıllarda yaşanan büyük kıtlığın sebep olduğu yıkımdan “itikadı bozuk” İngilizleri sorumlu tutuyorlar.
Köyde yaşayan on bir yaşındaki bir kız çocuğunun, aylardır ağzına bir şey koymadığı halde, sağlığı hiç bozulmadan mucizevi bir şekilde hayatını sürdürdüğüne dair efsaneler yayılıyor.
Sürekli dualar okuyan dindar kız, kendisinin “tanrı tarafından kutsal bir gıda” ile beslendiğini, dünyevi besinlere ihtiyacının olmadığını söylüyor.
Bunları görüp işiten yöre halkı, açık bir mucizeyle karşı karşıya olduğuna inanıyor.
Başta ailesi, rahip ve doktor olmak üzere kızın yakın çevresindeki herkes onu bir “azize” olarak görmeye başlıyor.
Meraklılar, bu aylarca yemek yemeden hayatta kaldığı söylenen kızın evini kutsal bir ziyaret yeri yapıyorlar.
Ancak inananlar, bu “mucizeyi” kendileri gibi inanmayanlara tescil ettirmek istiyorlar.
Azizelerinin başında vardiyalar halinde gece gündüz nöbet tutmak üzere bir İngiliz hemşire, bir de rahibe tutuyorlar.
Dertleri bunun bir sahtekârlık olmadığını kanıtlamak.
Bu güzel filmi seyretmeyi düşünenler varsa bu yazıyı okumayı burada bırakabilirler, zira bundan sonra senaryonun nasıl ilerlediğinden ve filmin sonunda neler olduğundan bahsedeceğim.
Köylülerin kendilerini sahte bir mucizeye inandırdıklarını, kızın aslında gizlice beslendiğini düşünen hemşire, her yeri altüst etse de kızın küçük ve fakir odasında hiçbir gıda malzemesi bulamıyor.
Son şüphesini de izale etmek üzere her sabah ve akşam kızlarının yanına gelip onunla dualar eden ailesinin kızlarıyla görüşmesini yasaklıyor.
“Annenin öpücüğü kutsaldır, bunu engelliyorsun” diyen kızın dindar annesi buna çok bozuluyor.
Fakat bu yasaktan sonra kız hızla zayıflamaya başlıyor.
Sonra anlaşılıyor ki kızın tanrı tarafından gönderildiğini söylediği “kutsal gıda”, annesinin kızını öperken kızının ağzına aktardığı lokmalarmış.
Film tam da bu noktadan sonra ilginçleşiyor.
Hakikat ortaya çıkmış olsa da kimse, -ne kız, ne ailesi, ne de köylüler- buna inanmak istemiyorlar!
Çünkü “azize” hikâyesi, hayatı herkes için anlamlı ve yaşamaya değer kılan bir hikaye.
Ellerinden bu hikâye alındığında, geriye ümitsizce açlık, fakirlik ve hastalıklarla boğuştukları çamurlu, kasvetli, soğuk bir kır hayatından başka bir şey kalmıyor.
Bu perspektiften kendi hayatımıza bakmaya çalışalım.
Hepimiz yaşadıklarımıza anlam verecek hikâyelere inanıyoruz.
O yüzden, tecrübelerimiz inandığımız hikâyelerle doğrudan çelişse bile hakikati inkâr edip, birer fanteziden ibaret hikâyelerimize hakikat diye inanmayı sürdürüyoruz.
Hikâyemize, bizimle beraber inanan ne kadar çok kimse varsa inancımız o kadar kuvvetli oluyor.
İçinde bulunduğumuz, kendimizi ait hissettiğimiz sosyal topluluğun hikâyesi bizi sarıp sarmalıyor.
O hikayenin ne kadar saçma, ne kadar irrasyonel, ne kadar çelişkili olduğu mühim değil.
Zaten “hikâyenin içindekilerin”, hikâyelerindeki problemleri fark etmeleri mümkün değil.
Bir grubun hikâyesindeki problemler sadece “çemberin dışındakiler” tarafından görülebiliyor.
Hikâyenin içindekiler, dışarıdaki “inançsızların” eleştiri ve tespitlerini çok dikkate almasalar da, hikâyelerindeki tutarsızlıkların dile getirilmesinden rahatsız oluyorlar.
O yüzden de çemberin içindekiler, çemberin dışında olanlarla temaslarını azaltmaya çalışıyorlar.
Sadece kendileri gibi inananlarla irtibat kurdukları “yankı odalarında” yaşamaya başlıyorlar.
Kutuplaşma problemi buradan çıkıyor.
Filmin verdiği diğer bir mesaj da şu:
Ne kadar saçma olursa olsun, insanlar kuvvetlice tutundukları hikâyelerinin yanlışlığına ikna edilemezler.
Sonunda ölüm olsa bile…
Onları iknanın yegâne yolu, onlara daha cazip bir hikâye sunmak.
Neticede hep zaman bir hikâyeye ihtiyacımız var.
Gerçekten de “hikâyemiz olmadan hepimiz birer hiçiz!”