Tümevarım ve bilimin sınırları
Kadim Yunan ve Roma medeniyetlerinde geliştirilen tümdengelimli akıl yürütme metodu, Orta Çağ ve Rönesans’a damgasını vurdu.
Bu dönemlerde filozoflar ve bilim insanları, başta Aristoteles olmak üzere eski Yunan filozoflarının etkisiyle, genel mutlak ilkelerden hareket ederek özel durumları izah etmeye çalıştılar.
Müslümanların büyük bir hürmetle ‘hâce-i evvel’ ya da ‘muallim-i evvel’ (ilk öğretmen) olarak andıkları, eserlerini Arapçaya tercüme edilip medreselerinde okuttukları Aristoteles’in tümdengelimli yaklaşımı, Ortaçağ İslam dünyasında da yaygın kabul gördü.
Ancak, özellikle 17. yüzyıldan itibaren, aydınlanma düşüncesiyle birlikte yükselen modern bilimlerde, özellikle doğa bilimleri, sosyal bilimler ve mühendislik gibi alanlarda, tümdengelim yerine tümevarımlı akıl yürütme yöntemi tercih edilir oldu.
Modern bilim insanları, özellikle Francis Bacon ve René Descartes gibi düşünürlerin etkisiyle deney ve gözlem sonuçlarından yola çıkarak, genel ilkeleri çıkarmaya, yani parçadan bütüne varmaya çalıştılar.
Modern dönemin düşünürleri, bu yolla tabiatın tüm sırlarını çözebileceklerine ve onu bütünüyle kontrol altına alabileceklerine samimiyetle inandılar.
Ancak, 20. asırda yaşanan bazı gelişmeler, bu iyimser bakış açısına gölge düşürdü.
Newton fiziğinin mutlak ve değişmez olarak kabul ettiği zaman ve uzay gibi temel kavramlar, Einstein’ın görelilik teorisiyle sarsıldı.
Benzer şekilde kuantum mekaniği, atom altı dünyada belirsizlik ve olasılık ilkelerinin hüküm sürdüğünü ortaya koydu.
Doğada ve toplumda gözlemlenen pek çok fenomenin, basit neden-sonuç ilişkileriyle açıklanamayacak kadar karmaşık olduğu anlaşıldı.
Kaos teorisi, küçük değişikliklerin büyük ve öngörülemeyen sonuçlara yol açabileceğini gösterdi.
Bu keşifler, tümevarımsal yöntemlerin de aslında indirgemeci olabileceğini ortaya koyarak modern dönemde yaygınlık kazanan, “tümevarımla nesnel ve kesin bilgiye ulaşılabileceği” kabulünü sorgulamaya açtı.
Modern bilim, tümevarımlı akıl yürütme yoluyla ancak göreli ve kesin olmayan sonuçlara varabiliyordu.
Zamanla, modern bilimin dayandığı gözlem ve deney yöntemlerinin sınırlarının olduğu, insan algısının ve ölçüm araçlarının kusurlu olması yüzünden gözlemlerin tam olarak nesnel olmayabileceği ortaya konuldukça “bilimsel bilgi” ile şüphelerini izhar edenlerin sayısı arttı.
Bütün bunlar post-modern düşüncenin ortaya çıkmasında önemli bir rol oynadı.
Post-modern düşünürler, bilimsel bilginin de diğer bilgi türleri gibi bağlamsal ve yoruma açık olduğunu göstererek modern bilimin nesnellik iddiasına meydan okudular.
Bilimsel bilginin mutlak ve evrensel olamayacağı, her bakış açısının farklı bir gerçekliği yansıtacağını göstererek, bilginin sosyal, kültürel ve dilsel bağlamlardan bağımsız olamayacağını savundular.
Modern bilimin ampirik temelli kesinlik arayışındaki başarısızlığı, varlığa dair bütüncül, mutlak ve kesin açıklamalar arayan insanları hayal kırıklığına uğrattı.
Tümdengelime dayalı kadim “ilmi” tahtından edip yerine geçen “tümevarımcı bilim” hayata bir çok teknolojik konfor getirse de kainatın sırrını çözememiş, varlığın manasına dair pek bir şey söyleyememiş, insanlığı şaşkın ve pusulasız ortada bırakmıştı!
Peyami Safa 1976’da kaleme aldığı bir makalesinde şöyle diyordu:
İlmin boş kalan tahtını, hiçbir şeyi izah davasında olmayan teknik yakaladı. Teknik! Şu var ki, on dakikada yemek pişiren sihirli tencerenin içinde kâinata ve insana ait muammaların anahtarlarını değil, sadece vitamini ve lezzeti kaçmış bir soğanlı yahni bulabilirsiniz. Sizi üç buçuk saatte Roma’ya götüren uçağın kazandırdığı zamanın mahiyeti gene münakaşalıdır; mekân ve dördüncü boyut (buut) hakkındaki bilgilerimizin gene faraziyeden üstün değeri yoktur.
Modern bilimin, mutlak ve engin değil, göreceli ve sınırlı çıkarımlar yapabileceğini anladık.
Kimimiz hayal kırıklığıyla kadim inançlara dönüp sığınıyor, kimimiz bilimin ve diğer bilgi formlarının birbirini tamamladığı daha mütevazı yollar arıyor.
İnsanlık, anlam arayışında kendine yeni rotalar çizmeye çalışıyor.