Söz olmadan sözleşme olmaz
İnsanlık tarihine baktığımızda “sıradan kimselerin” okuma yazma öğrenmeleri, çok yeni bir gelişme sayılır.
Okuma yazma işleri uzun asırlar boyunca küçük, elit bir azınlığın meşgalesi olmuştur.
Nadir bulunan okuma materyallerine erişim ayrıcalığına, medreselerde, manastırlarda ve üniversitelerde yetişen çok az sayıda insan sahip olabilmiştir.
Aydınlanma sürecinin ardından sanayi devrimi ve özellikle matbaanın icadı ile birlikte, hemen herkesin alıp okuyabileceği kitaplar, gazeteler, dergiler basılabilmiştir.
Artık “eskilerden” işitip görerek öğrendikleri zirai beceriler yahut zanaatlarla yaptıkları üretim, endüstriyel üretim ile rekabet edemeyince insanlar ister istemez yeni usulleri öğrenmek zorunda kaldılar.
Fabrikalarda, madenlerde çalışacak çok sayıda insanın daha önceden aşina olmadıkları çalışma usullerini tam olarak öğrenebilmesi için kitlesel eğitim ihtiyacı ortaya çıktı.
O kadar kişi birebir usta çırak ilişkisi içinde eğitilemezdi. İşçilerin temel okuma yazma ve matematik becerilerine sahip olmaları gerekiyordu. Okumayı bilmeli, okuduklarını doğru düzgün anlayabilmeliydiler. Dakik olmayı öğrenmeli, tekrar ve ezbere dayalı, bıktırıcı işlerle uzun süre uğraşmaya hazırlanmalıydılar.
Mecburi kitlesel eğitim, yani insanların belli yaşlarda, okullarda, sınıflarda toplu olarak eğitilmesi, batıda 17. asrın sonlarından itibaren başladı. Bugün bildiğimiz şekline ancak 19. ve 20. asırlarda kavuştu.
Ulus devletler teşekkül ettikçe ve merkezileştikçe milli liderler okulları, kendi değerlerine bağlı vatanseverlerin ve geleceğin sadık askerlerinin yetiştirileceği kuluçka/propaganda merkezleri gibi görmeye başladılar. Okullarda tüm öğrencilere milletin şanlı tarihi öğretilmeli, dostlar düşmanlar belletilmeliydi.
Sanayileşme konusunda biraz geç kalmakla beraber biz de benzer süreçleri yaşadık.
İnsanlık endüstrileşmiş Batı ülkelerinin öncülüğünde sanayi çağını ardında bırakıp enformasyon çağına geçerken okuma-yazmanın önemi biraz daha arttı. Artık alınıp satılan en kıymetli meta “bilgi” haline geldi.
Sesli ve görüntülü iletişim imkânları genişlese de nitelikli bilginin aktarımı için okuma yazma hala en temel gereklilik.
Her türlü bilginin yazıya dönüştürülerek iletildiği bir devirdeyiz.
Sözümüzü, mesajımızı doğru düzgün yazıya dökebilmek, iletilen yazılı mesajı doğru düzgün anlamak bu çağın en önemli, en kıymetli becerilerinden sayılıyor.
Yaklaşık üç asırlık kitlesel okuma yazma eğitimi tecrübesinden sonra Batı bu konuda epeyce mesafe almış vaziyette. Bizim ise almamız gereken daha çok yol var.
Hala yazılı olanı anlamakta, yazı ile anlaşmakta zorlanıyoruz.
Okuma yazmayı, yazıyı seslere, sesleri yazıya dönüştürmekten ibaret sanan insanlarla dolu ülkemiz.
Başta kutsal kitabımızdakiler olmak üzere yazılı metinlerle iletilen mesajları anlamakta güçlük yaşıyoruz.
Yazılı kanunlar, kurallar yahut mecburen yazıya dökülen sözleşmeler mevzuu bahis olduğunda da vaziyet farklı değil.
Söz taraflarca doğru dürüst anlaşılmadığı zaman sözleşmeler anlamını yitiriyor.
O yüzden birileri bizi fiziksel olarak tehdit etmedikçe yahut sözlü olarak ikaz etmedikçe yazılı kurallara itibar etmiyoruz.
İsteklerimizi yazıya dökmeyi bilmediğimiz için doğru düzgün ihale şartnameleri yazamıyoruz.
İhaleleri kazanan yükleniciler, istenilenler yazıya tam aksettirilemediği için yoruma açık şekilde kaleme alınmış şartname maddelerini ya okuyup anlayamıyorlar ya da anlamak istedikleri şekilde anlıyorlar.
Böyle olunca ne arzu edilen iş yaptırılabiliyor ne hedeflenen kalite seviyesi tutturulabiliyor.
Sağırlar diyaloğunun yazılı versiyonlarınlarını yaşıyoruz. Bunların çoğunun sonu mahkemelerde bitiyor.
PISA sınavlarına baktığımızda ülkemiz, okuduğunu anlama konusunda ne yazık ki OECD ülkeleri ortalamasının altında yer alıyor.
Sağlıklı bir sosyal, siyasi, hukuki hatta iktisadi düzen kurabilmenin yolu, yazıya dökülmüş sözleri anlayabilen nesiller yetiştirebilmekten geçiyor.
Bunu yapamadığımız sürece, kör dövüşüne, sağırlar diyaloğuna ve boşa kürek çekmeye devam etmemiz mukadder.