Şizofrenik bir iddia: Batıya rağmen batılılaşma
Osmanlı Devleti’nin son yıllarında, Balkan komitacıları tarafından silahlı bir gizli örgüt olarak kurulan, sonra siyasi partiye dönüşerek seçimlere iktidara gelen “İttihat ve Terakki” hareketinin ideolojisinin, bir kök ideoloji olarak tesirini hala sürdürdüğüne ve “Batı düşmanlığının”, ittihatçılık ideolojisinin reenkarnasyonları olan “Kemalizm” ve “Ulusalcılık” ideolojilerinde ortak tema olduğuna daha önce kaleme aldığım bir yazıda dikkat çekmiştim.
“Batı Medeniyeti”, yine ittihatçıların paltosundan çıkmış Türkçülük ve İslamcılık ideolojilerinde de savaşılması gereken bir canavar: Amacı Türk varlığını ortadan kaldırmak, Müslümanları yurtlarından sürüp çıkarmak olan ezeli ve ebedi bir düşman!
Tüm bu ideolojilerde, güçlü düşmana karşı hissedilen korku ve nefret zaman zaman hayranlık ve teslimiyet arzusuyla karışıyor.
Karşısında sürekli mağlup olunan Batıya karşı bir güç dengesi kurabilmenin yolu, Batılıların ayak izlerine basa basa yürüyüp, modernleşmeden geçiyor.
Ne Japonya, Rusya, Çin ya da Hindistan, ne de İran… Batılılaşmadan modernleşmeyi başarabilen ülke yok.
Birçok ittihatçının zannettiğinin aksine, Batının ilmini ve teknolojisini alıp “değerlerine” kapıyı kapamak diye bir şey mümkün değil.
Zira McLuhan’ın dediği gibi “araç mesajın bizzat kendisi”. Aracı aldığınızda “mesajı” da almış oluyorsunuz. İsteseniz de istemeseniz de…
Bir yandan Batıdan bütün varlığınızla nefret edip korkarken, öte yandan Batı karşısında varlık gösterebilmek için Batılı fikirleri ithal edip içselleştirmeye mecbur olduğunuzu görüyorsunuz.
Çünkü Batının sizi yendiği silahları ürettiği fabrikalar sadece çarklardan, kasnaklardan, betondan ve çelikten ibaret değil. O fabrikalar kendinize düşman bellediğiniz Batı zihniyetinin mahsulü.
“Düşmanın silahıyla silahlanmak”, kaçınılmaz şekilde düşmana benzemeyi beraberinde getiriyor ve aslında uzun vadede düşmanlığı da anlamsızlaştırıyor!
Hayatta kalma içgüdüsü, “beka” endişesi, bu tür sorgulamaları arka plana itiyor, motivasyon için ihtiyaç duyulan düşmanlıkla, güçlenmek için “düşmanı” taklit etme çabaları bir arada sürdürülüyor.
Güçlü, karizmatik, otoriter siyasetçiler bu tür tenakuzları, normalde birbirleriyle telifi kabil olmayan çelişkili düşünceleri topluma “satmakta” büyük başarılar gösterebiliyorlar.
George Orwell, meşhur 1984 romanında buna “çift düşün” (double think) ismini vermişti.
Kemalist ideoloji insanımıza, “muasır medeniyetler seviyesine” ulaşabilmek için kendilerine karşı bir ölüm kalım mücadelesi verip yendiğimiz Batılılara benzememiz gerektiğini söyleyebildi.
İslamcı ideologlar ve liderler, Allah’ın dininin ve Müslümanların düşmanı olarak kodladıkları, her daim haçlı zihniyeti ile hareket ettiğini iddia ettikleri Batıyla kişisel ilişkilerinde kendileriyle çeliştiler.
Uğradıkları zorbalıklar karşısında “haçlıların” adâletine baş vurmaktan, çocuklarını “düşmanın” okullarında okutmaktan, batı menşeili ürünlerin Türkiye bayiliklerini yapmaktan geri durmadılar.
Türkçüler, tüm Türklerin ve Türklüğün kategorik düşmanı gördükleri emperyalist Batı karşısında geleneksel değerlere ve kurumlara dönüşün savunuculuğunu yaparken, güya Batıya karşı güçlenmek adına “araçsal aklı” yüceltip, Batı’nın ilmi ve teknik alandaki üstünlüğünü alıp düşmanın silahıyla silahlanmak safsatasıyla kendilerini kandırdılar.
Bugün neo-ittihatçılığın bayraktarlığını yapan “ulusalcı” ideoloji de -tıpkı diğer ittihatçılık klonları gibi- Batı karşısında tutarlı bir söylem geliştiremiyor.
Yüz yıldır kaynatılıp duran batı düşmanlığının ürettiği şizofrenik tablo şu: Gençlerimizin mühim bir kısmı Batıdan hem nefret ediyor hem de kaçıp Batıya kapak atmak için fırsat kolluyor!
Artık bu modası geçmiş, çelişkili, sığ, korkular üzerine inşa edilmiş ittihatçı ideolojilerin bizi tıktığı tımarhaneden kurtulmamız lazım.
“Batı” düşmanımız değil. Kimsenin varlığımızı ortadan kaldırmaya çalıştığı falan yok!
Batılı “düşmanlarımızı” yenecek güce kavuşmak için değil, kendimize âdil ve müreffeh bir ülke kurabilmek için çalışmamız gerekiyor.