Mazinin ihtişamı kan damlayan kılıçta mı?
Murdar bir halden muhteşem bir maziye kanatlanıp uçmak gericilikse her namuslu insan gericidir.”
İlk gençlik yıllarımda, Cemil Meriç’in meşhur “Bu Ülke” kitabında okuduğum bu cümle -kitaptaki diğer pek çok cümle gibi- beni derinden etkilemişti.
Meriç gericilik ithamına karşı bir “apoloji”, bir savunma, bir mazeret üretiyordu.
Bugünkü hâli “murdar” diye niteliyor, buna karşılık mazinin ne kadar “muhteşem” olduğunu hatırlatıyordu.
Bir meydan okumaydı bu: “Bizi” gericilik ile itham edenlere “gericilik kötü bir şey değil, bilakis namuslu olmanın gereğidir” diyor, bu ithamda bulunanların “namussuz” olduğunu ima ediyordu!
Geriye dönüp baktığımızda gördüğümüz “muhteşem mazimiz” böyle pırıl pırıl parlarken gerici olmayıp da ne olacağız diyordu.
Peki maziyi muhteşem yapan ana unsur neydi?
Yine Bu Ülke’de geçen şu ifadeler Meriç’in “muhteşem mazi” kavrayışını gözler önüne seriyordu:
“Kıtaları ipek bir kumaş gibi keser biçerdik. Kelleler damlardı kılıcımızdan. Bir biz vardık cihanda, bir de küffar... Zafer sabahlarını kovalayan bozgun akşamları...İhtiyar dev, mazideki ihtişamından utanır oldu.”
Gençliklerinde, Cemil Meriç’in kıvılcımlar saçan kaleminden dökülenleri benim gibi yutarcasına okuyanların pek çoğu bu “muhteşem mazi” kavrayışını içselleştirdiler.
Bu “muhteşem” tarih ve ecdat tasavvuru, daha sonra çekilen filmlerde ve dizilerde de karşımıza çıktı.
Ecdadımızı ekranlarda en mühim marifetleri rahatça kelle uçurmak, kolayca kan dökmek olan, bütün günlerini entrika ve kavga ile geçiren güçlü kuvvetli, gözü kara savaşçılar olarak izledik!
Fakat bu “geçmişi yeniden kurgulayan” basit ve cazip kavrayış, aşağılık kompleksi içinde kavrulan geniş kitleleri en iptidai hislerinden yakalasa da içinde çok ciddi problemler barındırıyordu.
Her şeyden evvel, sıradan insanlar için hâlin “murdar”, mâzinin “muhteşem” olduğu iddiası ispata muhtaçtı.
Öykündüğümüz atalarımızın asla tecrübe etmedikleri maddi bir konfor içinde yaşıyorduk. Evimizdeki musluğu açınca suya erişiyor, çeşit çeşit kıyafetlere sahip olabiliyor, vebadan, veremden, kuduzdan korkmuyor, yetmiş seksen yaşımıza kadar yaşayabiliyor, egzotik meyvelerin tadını tanıyor, hafta sonları tatil yapabiliyorduk. Sabahtan akşama kadar boğaz tokluğuna çalışmak ya da kanlı savaşların birinden diğerine koşmak zorunda değildik.
Evet artık kelleler damlamıyordu kılıcımızdan ama, ancak çaptan düşmüş vahşilerin, barbarların hasret duyabileceği bir şey değil miydi bu?
“Muhteşem mazimiz”, bir zamanlar asabildiğimiz, kesebildiğimiz, kan dökebildiğimiz, can yakabildiğimiz için mi muhteşemdi?
Bizim için başarı, askeri zaferlerden, fetihlerden, ganimetlerden, başkalarının topraklarına çökmekten mi ibaretti?
Bugün yine kelleler kopartabilsek, ülkeler zapt edebilsek, burnumuzun direklerini hasretle sızlatan ihtişamımıza yeniden kavuşmuş mu olacaktık?
Hak, adâlet, merhamet, ahlâk, fikir ve inanç hürriyeti, ilmî ilerleme gibi kavramlar bu farazi “ihtişam” tablosunun neresindeydi? Neden ihtişam deyince aklımıza önce kaba kuvvet, zalimlik, acımasızlık ve kan dökücülük geliyordu?
“Muhteşem maziye kanatlanmak” nasıl olacak sorusunun cevabı da belirsizdi.
Geçen geçmiş, mazi geride kalmış olduğuna göre o “güzel” günlere “dönmemiz”, onları geri getirmemiz mümkün değildi.
Tek çare, geride kalanı bugüne getirmekti. Ama nasıl?
Yeniden kılıç kuşanıp, sağa sola savaş açarak mı? Önümüze çıkan herkesle çatışarak mı?
***
Zulümle, zorbalıkla, kaba kuvvetle, kan dökmeyle, kelle koparmayla medeniyet falan kurulmaz.
Bu sakat tarih okuması bizi milli bir narsisizme, hastalıklı bir nostalji hissine ve nihayet şizofrenik bir hakikat inkârcılığına sürüklemekten başka işe yaramıyor.
Paçamızı bu kaba kuvvetin kutsandığı “muhteşem mazi” hikayelerinden kurtarmak zorundayız.
Mazimiz -birçok diğer ülkeninki gibi- iyiliklerin, güzelliklerin, doğruların yanısıra kötülüklerle, günahlarla, yanlışlarla dolu.
Geçmişimizi elbette inkâr etmeyeceğiz; ağaç kovuğundan çıkmadık.
Ama yapmamız gereken, atalarımızın hatalarına, kusurlarına âşık olmak değil onlardan ders çıkartmak olmalı.