Hiç cennette problem olur mu?
19. asrın ortalarına gelinirken Batı Avrupa’da, özellikle de İngiltere’de sanayi toplumuna dönüşmenin sancıları çok derinden hissediliyordu.
Binlerce yıllık tarım toplumu geleneklerinin, inançlarının, anlayışlarının, kurumlarının değişmesi hiç kolay değildi.
Kilise zayıflıyor, materyalizm yükseliyor, insanlar hayatta kalabilmek için kadın, çocuk fark etmeksizin fabrikalarda, madenlerde köleler gibi tatilsiz, izinsiz çalışmak zorunda kalıyorlardı.
Dünyanın çivisi çıkmış gibiydi.
İçine doğdukları, tanıdıkları, bildikleri her şeyin, radikal şekilde değiştiğini gören insanlar dehşet içindeydiler.
Birçok kimsede kıyametin kopmak üzere olduğu fikri hakim olmuştu.
Bu ortamda “millennialism”, “millenarianism” ya da “chiliasm” denilen inançları benimseyen, “ahir zamancı” kült tarikatlar, hızla taraftar bulmaya başlamıştı.
Bunlar, kıyamete dair Yuhanna İncilinde yazılanlardan hareketle;
* ahir zamanda yaşadıklarına,
* çok yaklaşmış olan kıyamet (apocalypse) kopmadan önce “mesihin” (christ) dünyaya dönerek şeytan, deccal (antichrist) ve onların emrindeki kafir ordularıyla çok büyük ve kanlı bir savaşa (armageddon) tutuşacağına,
* Mesih’in o savaşı kazanıp, tek bir tane bile “kafir” bırakmadan kötülüğü dünya yüzünden tamamen sildikten sonra bin yıl sürecek âdil, müreffeh, mutlu, huzurlu, yeni bir krallık kuracağına
* ve ondan sonra da kıyametin kopacağına
* inanıyorlardı.
O yıllarda Londra’da Komünist Manifesto’yu yazmakla meşgul olan Marx ve Engels de bu yaygın inançtan bir şekilde etkilenmiş olmalılar.
Ateist oldukları, İncil’e ya da Mesih’e falan inanmadıkları halde, zaman tasavvurları ve gelecekten beklentileri “ahir zamancı” millenarianistlerin neredeyse seküler bir versiyonuydu:
Dünyada kötülüğün tecessüm etmiş hali olan kapitalizm (şeytan-deccal), karanlık hükmünü gün geçtikçe güçlendirerek sürdürüyordu.
Fakat ne olursa olsun tarih, durdurulamaz ve değiştirilemez biçimde belli bir yöne doğru ilerliyordu. Tarihi materyalizm, -tıpkı kıyametin kaçınılmazlığı gibi- kaçınılmaz bir son öngörüyordu.
Eninde sonunda sınıf bilincini geliştirecek olan emekçiler uyanacak (Mesih’in dönüşü) ve dünya çapında gerçekleşecek ve muhtemelen oldukça kanlı bir devrimle (armageddon) yönetimi ele geçirecek, burjuvalar ve kapitalizm denen bela dünya yüzünden silinecek, komünist bir cennet kurulacaktı.
Marx ve Engels’in ömürleri “kaçınılmazın” gerçekleştiğini görmeye yetmedi ama Lenin ve arkadaşları o proleter devrimini gerçekleştirerek -dünyanın belli bir bölgesinde de olsa- komünist cennetini kurmayı denediler.
Fakat kurdukları “cennet”, hiç de cennete benzemiyordu.
1918-1922 arasındaki Rus iç savaşı esnasında -“kızıl terör” adıyla da anılan dönemde- Bolşeviklerin “halkın düşmanı” oldukları gerekçesi ile öldürdükleri on binlerce insanı ve takip eden otuz yıl boyunca -Stalin döneminde- öldürülen, resmi kayıtlara göre 3.3 milyon, tarihçilerin tahminlerine göre 20 milyon insanı “komünist armageddonun kaçınılmaz ve mecburi zayiatı” saysak bile “komünist cennet” hiç de vaat edildiği gibi insanların müreffeh, hür ve mesut yaşadıkları bir vasat olmamıştı.
Yine de neticede, devrimciler tarafından “özlenen” ve “vaat edilen” proleter devrimi gerçekleşmiş, Komünist Parti yönetimi kesin ve mutlak olarak elde etmiş, kapitalizm defedilmiş, Marksist ilkeler çerçevesinde bir devlet kurulmuştu.
Bundan sonra yapılacak olan, bin bir bedelle elde edilen “komünizm cennetini”, kapitalist saldırılardan korumak ve dünyanın geri kalanının da cennete ulaşmasını beklemek olacaktı.
Çin, Kamboçya, Kuzey Kore, Küba gibi, kendi armageddonlarını yapıp “komünist cennetine” ulaşan ülkeler de aşağı yukarı aynı konumdaydılar.
İşte tam bu noktadan sonra çok ciddi bir problem ortaya çıktı:
Eğer gerçekten kesinlikle kaçınılmaz olan mutlu son gerçekleştiyse bu, tarihin sonunun geldiği anlamına geliyordu!
Tarihin mükemmele doğru “kaçınılmaz” ve “durdurulmaz” akışının insanlığı taşıdığı cennete herhangi bir problem olabilir miydi?
Olsaydı oraya hala “cennet” denilebilir miydi?
Bu konuya haftaya devam edeceğiz.