Cebinde kaç paralık telefon var yeğen?
Sıkça rastlarız: Sokak röportajında mikrofon uzatılan genç işsizlikten, gelecek kaygılarından yakınırken ekşi suratlı bir “dayı” yavaşça yaklaşır ve gence kızarak, azarlayarak seslenir:
l Yeğenim çıkar göster! Cebinde kaç paralık telefon var hala şikâyet ediyorsun!
Genç, çaresizce akıllı telefonun bugün artık temel bir ihtiyaç haline gelmiş olduğunu anlatmaya çalışır ama nafile… Dayı kendince haklılığını ispatlamış, gencin “nankörlüğünü” cümle âleme göstermiştir.
Gençler “dayı” diye kodladıkları orta yaş üstü adamları, “dayılar” da gençleri anlamakta zorluk çekiyorlar.
Çocukluk ve gençliklerinde zorlu ekonomik şartları tecrübe etmiş, taşradan geldikleri kentlere intibak mücadelesi vermiş, çok emek harcayıp az para kazandıkları, kıt kanaat geçindikleri günlerden sonra nisbi bir ferahlama görmüş olan “dayılar”, ellerindekilerin kıymetini bilmeyen gençleri şımarıklıkla, iş beğenmemekle, tembellikle itham ediyorlar.
Buna karşılık gençler de artık bambaşka bir çağda yaşadığımızı anlayamamakta ısrar eden “dayılardan” illallah ediyorlar.
Gelin, “aslında iş var ama gençler beğenmiyor, hepsi masa başı iş istiyor, hiçbiri ter dökmeye, zorlanmaya gelemiyor” argümanlarını sosyolojik açıdan tahlil etmeye çalışalım.
Gelişmiş sanayi toplumları, takriben 1970’lerin başlarında refah toplumu olarak nitelediğimiz safhaya ulaştılar. Sonra da enformasyon toplumu safhasına geçtiler. Bu yeni safhada kas gücü ile üretilen ürünlerin pabucu dama atılırken zihinsel çaba mahsulü “enformasyon” daha kıymetli hale geldi.
Mesela -hiç terlemeden, fiziki çaba göstermeden- masa başında yazılım geliştiren bir programcı, babasının, dedesinin otuz senede kazandığı parayı bir iki yılda kazanır oldu. Dijital verilerin nasıl daha çok sıkıştırılacağını yahut nasıl daha hızlı ve güvenli iletilebileceğini bulmak, petrol yatağı keşfetmekten daha önemli, daha makbul hale geldi. Fiziki üretim endüstriyel robotlara, rutin işler yapay zekaya, ekip biçme işleri sınai tarım araçlarına ve fakir göçmenlere bırakıldı.
Türkiye, tarım toplumundan sanayi toplumuna geçişte zaten geç kalmıştı. Eğitimde, sanayide, adalet sisteminde, akademide gerekli yapısal dönüşümleri yapamamış, ileri teknolojiler üretip gelirlerini arttıracağı “refah toplumu” aşamasına geçememişti.
Sanayimizi geliştirmek yerine inşaat rantına dayalı bir ekonomi kurduk. Nasıl geri ödeyeceğimizi düşünmeden aldığımız bol dış borçlarla geçici, hak edilmemiş bir refahı yaşamaya başladık.
Gelişmiş batı ülkeleriyle aynı sınai gelişmişlik seviyesinde olmadığımız halde, iletişim teknolojilerinin sağladığı imkanlar sayesinde, enformasyon toplumlarıyla bir anda senkronize oluverdik.
Şimdi, Amerika’daki yahut Japonya’daki akranlarıyla aynı Netflix dizilerini eş zamanlı seyreden, Amazon Prime’a üye olup online siparişlerinin kargo ücretlerini onlar gibi bedavaya getiren, sonraki konsol oyununun çıkmasını onlar gibi bekleyen Türk gençleri, gelişmiş ülkelerdeki akranlarının yaşadığı hayatların aynısını sürmek istiyorlar.
O hayatta inşaatlarda amelelik yapmak, fabrikada bir takım rutin ağır işleri tekrarlamak, tarlada güneş altında kavrulmak yok. Erich Fromm’un deyişiyle “sembol manipülatörlüğü” var.
O yüzden her yıl ileri teknolojiyle, yazılımla, iletişimle ilgili bölümlerin puanı yükseliyor.
O yüzden gençler arasında, aslında bir çeşit satılabilir enformasyon üretiminden başka bir şey olmayan youtuber’lık yahut Tik Tok fenomenliği revaçta.
O yüzden gençler borsa oynayarak, kripto paraları alıp satarak kazanç sağlama peşinde.
Maalesef gençlerimizin çoğu, arzuladıkları müreffeh hayatı kendilerine sağlayacak zihinsel donanıma, eğitime, kabiliyetlere, işlere sahip değil. Ama gelişmiş ülkelerdeki akranları gibi “üretemeseler” de onlar gibi “tüketebilmek” istiyorlar.
Sürdürmeyi arzuladıkları hayat için gereken parayı kazanacakları “meşru” yollar büyük ölçüde tıkalı.
Bir açmazdayız.
Ülkenin bugünkü hâline gelmesinde payları büyük olan “dayıların” gençlere saldırmak yerine, şapkalarını önlerine koyup “biz nerede hata ettik” diye düşünmeleri gerekiyor.