Alice kuralsızlıklar diyarında
Japonya’da hemen her yaştan insanın paylaştığı enteresan bir çizgi roman kültürü var. 19. asrın sonlarında ortaya çıkan özel bir çizim tarzıyla üretilen çizgi romanlara “manga” ismi veriliyor.
Japonların “mangaka” dedikleri manga sanatçılarının genellikle birkaç asistanla küçük stüdyolarda ürettikleri çizgi romanların -eğer ilgi görürlerse- çizgi filmleri de çekiliyor. Bu tür çizgi filmlere ise “anime” deniliyor.
Netflix’in 2020 tarihli yapımlarından biri olan “Alice In Borderland” da, Mangaka Haro Aso’nun 2010-2015 yılları arasında Japonya’da yayınladığı “Imawa no Kuni no Arisu” isimli eserinden uyarlanmış. Sekiz bölümlük diziye, Lewis Carroll’un meşhur “Alice Harikalar Diyarında” romanından mülhem, “Alice Sınırlarda” anlamına gelebilecek bir başlık seçilmiş.
Dizi, bir baltaya sap olamamış, parasız, işsiz, yaşadıkları hayattan fena halde sıkılmış, liseli üç yakın arkadaşın kendilerini birden bir paralel evrende bulmasıyla başlıyor. Yaşadıkları şehir olan Tokyo’da, binaları, yollar, parkları, mahalleleri dolduran insanların neredeyse tamamı bir anda kayboluveriyor. Gençler ne olup bittiğini anlamaya çalışırken kendilerini hayatları pahasına oynadıkları, sonunda kaybedenlerin mutlaka öldüğü, kaçmanın, çıkmanın mümkün olmadığı garip oyunların içinde buluyorlar.
Buraya kadar alelade bir macera havasında giden senaryo, üç arkadaştan ikisinin diğer arkadaşları yaşayabilsin diye fedakârlık yapıp ölümü seçmesiyle ve en iyi bildiği şey bilgisayar oyunları oynamak olan ana kahraman Arisu’nun, oyunları yaratanların kim olduğunu aramaya koyulmasıyla farklı bir seyir alıp derinleşiyor. Arayışında Arisu’ya bir de Usagi isimli genç bir kız katılıyor. Usagi’nin bu paralel evrene geçmeden önceki hayatını gösteren flashback’lerde, genç kızın da dağcı olan babasıyla yüksek zirvelere yaptığı tırmanışlarda ruhani bir arayış içinde olduğunu ve aslında “tanrıyı aradığını” görüyoruz.
Kahramanlarımız oyunu farklı oynayan, organize bir grubu tespit edince anlıyoruz ki kendini diğerleri gibi bu her türlü kural ve kaidenin buharlaştığı paralel evrende buluvermiş karizmatik bir “girişimci”, oyuncuların bazılarını bir otelde toplayıp, ölene kadar sürecek hedonistik bir “lüks tatil eğlencesi” karşılığında, kendisinin uydurduğu ütopik bir kurtuluş hedefi uğrunda, kendisinin liderliğinde çalışmaya ikna etmiş.
Fakat bu birlikteliğin önemli bir parçası olan, düzenin -gerekirse şiddet yoluyla- korunması görevini üstlenmiş acımasız, kıyıcı tipler (yani bu düşünce deneyindeki toplum örneğinin güvenlik güçleri) kısa sürede “yoldan çıkıyorlar”. Zorbalık yapmaya, canlarını sıkan kişileri dövüp öldürmeye, çalıp çırpmaya, ona buna tecavüz etmeye başlıyorlar. Şiddet tekelini ellerinde bulundurdukları için kimseler onlara itiraz edemiyor. Silahlı güçlerinin komutanı aslında karizmatik liderin en yakın arkadaşı. Fakat artık dengesini iyice kaybedip çıldırma eşiğine gelen karizmatik lider, en yakın dostunu bile tasfiye etmeye kalkınca öldürülüyor ve eski hayatlarındaki eziklikleri, özgüvensizlikleri, gücü elde edince ejderhalaşmalarına sebep olan “güruh”, bir darbeyle tüm ipleri ele almış oluyor.
Nihayet “cadı avı” isimli bir oyun başlıyor. İçlerinden birinin “cadı” olduğu ve öldürülüp ateşte yakılması gerektiği, eğer verilen sürede bu kişi bulunmaza tüm oyuncuların oyunu kaybetmiş sayılarak öldürüleceği bilgisi veriliyor.
Hak, hukuk tanımayan, kendi bencil arzularından başka motivasyonu olmayan militanlar canlarını kurtarmak için herkesi öldürüp ateşe atmaya başlıyorlar.
“Cadının” kim olduğu bir noktada kesin olarak belli olsa da o ana kadar birçok masumun kanına girmiş olan militanlar, kendileri için “normale” yani kanunların, kuralların uygulandığı paralel evrene dönme yolunun ebediyen kapanmış olduğunu görüyorlar.
“Sineklerin Tanrısı” romanından izler taşıyan bu ilginç hikâye, heva ve heveslerini tanrı edinenlerin bir toplumsal düzen kuramayacaklarını, geçici bir refah vaadiyle peşlerine taktıkları insanlara kan, gözyaşı ve zulümden başka bir şey getiremeyeceklerini anlatıyor.