Yarın bir şovmen gelecek...
Ortam alabildiğine sessiz ve sakin. Su gibi duru her şey. Oturduğumuz mekanda çok dipten gelen müzik de olmasa neredeyse çıt çıkmayacak. Az önce bizi ismi kültür merkezi olan çok katlı devasa bir yapının önünde indirdiler. Oldukça şatafatlı gözüküyor. Birazdan etkinlik başlayacak. Bizden başka ortalıkta kimseler gözükmüyor. Büyük şehirlerimizden birisinin ilçesi burası. Binalar yeni, yollar bakımlı, arabalar gösterişli, sağlı sollu sıralanmış banka ve marketler, etraftaki zenginliğe işaret ediyor. Ayrıca yerleşim yerinin tam da ortasından bir tren hattı geçiyor. Ama yine de etraftaki sessizlik dikkatten kaçmıyor. Olsun.
***
Burada konuşma yapacağımı sosyal medyadan öğrenen bir tanıdık özelden mesaj atmış, ‘kaymakam hemşehrimiz, sizin isminizi görünce mutlaka gelecektir’. Gülümsüyorum bu saflığa. İşte sağımda solumda ülkenin itibarlı şair ve yazarları var. Yaşça en küçük ben olduğuma göre, yarım asırlık yaşın üzerinde diğerleri. Ömürleri yazıya ve kültüre adanmış. Konuşacağız işte. Edebiyatı, savaşı, sınırları, şiiri. Birazdan başlayacak etkinlik ve biz son çaylarımızı yudumluyoruz. Hep beraber kalktık mekandan. Yine bizden başka ortalıkta kimseler yok. Akşam vaktinin şaşkın kuş sesleri yoldan geçen arabaların homurtusunda eriyor, gün batımının okları altında adeta ölüyor.
Tekrar binanın önündeyiz. Bir toplu fotoğraf çektiriyoruz. Aynı zamanda etkinliği düzenleyen kurumun da fotoğrafçısı var ikide bir resimlerimizi çekiyor. Giriş katı. Güvenlik cihazı. Temiz giyimli görevliler. Girişte bir sergi var. Ama bir sanat sergisi değil. Yüksek tavan kubbemsi bir havaya bürünüyor. Dışarıdaki sessizlik sıcaklığını yitiriyor, burada donuyor, sonuna kadar soğuyor. Buyurun, buyurun diyor görevli, üçüncü kata çıkacaksınız. Kat kat burası ve her bir kat bir başka sanat koluna ayrılmış gibi. Peki öyle olsun. Sanat ve edebiyat için her şeye katlanılır. Asansör çıkmak da iş mi?
Büyük asansörün geniş kapısı gururla açılıyor ve biz kendimizi salonun tam önünde buluyoruz. Salon bizi yakalamış gibi sanki. Daha katı hissetmeden salona yöneliyorsunuz. Bu ne büyük salon böyle. Yüksek tavanı, çok geniş yay halinde dizilmiş koltukları, üstteki ses ve ışık düzeni, bir büyük boşlukta olduğunuz duygusunu veriyor. Fakat tuhaf bir duygu önce çıplak kollara sonra da ruhunuza batıyor. Şaka mı bu? Kimsecikler yok içeride. Duyurulan saat ise çoktan gelmiş. Bize rehberlik eden görevli biraz telaşla, başlayalım mı diye soruyor, biz birbirimize bakıyoruz, gözlerimiz ‘başlamak’ ne güzel söz dilimizde diye bakıyor. ‘Başlayalım’!.
Haksızlık etmeyelim biz konuşmaya ‘başlarken’ önce üç beş kişilik bir genç grubu bütün cıvıltısıyla içeri giriyorlar, onları kol kola girmiş daha çok bir aile dayanışması görüntüsü veren topluluk izliyor. Ne güzel. Kaymakam, kültür müdürü, edebiyat öğretmenleri, emekli ressamlar, radyocu ve söz celeplerine gerek kalmadı. Sözü en tatlı yerinden kurmalı.
***
İlk turu tamamlıyoruz. Herkes halinden memnun. Salon sonradan da gelenlerle 20-30 kişilik bir şölene bürünüyor. Kahve molası. Görevlilerden birisi bütün şirinliğini takınarak ‘yarın bir şovmen gelecek buraya, bütün salon dolar artık’ diyor. Biz duymamış gibi birbirimize bakıyoruz. İtalya’dan gelen şair bütün nezaketiyle susuyor. O arada cep telefonuma bakıyorum, arkadaş yine mesaj atmış, ‘geldi mi kaymakam’ diye soruyor.
İkinci oturumun bitiminde aynı asansörle aşağıya iniyoruz. Dış kapıda ışıklı havuz ve onun fıskiyesinden düşen şırıltıları karşılıyor bizi. ‘Ne güzel bir güz akşamı değil mi?’ diye soruyor içimizden birisi. ‘O yaşlı kadınların hepsi birbiriyle akrabaymış, onların yanındaki bey de tek enişteymiş’ diyor öykücümüz. ‘Yarın uçağın kaçta, kahvaltıyı beraber yapalım mı’ diyor şair arkadaşım. ‘Öğle vakti, diyorum, ne güzel olur, biraz konuşuruz diyorum’. Belki vazgeçer akşam şovu izlemeye geliriz, ne dersin?