Üzümün diyalektiği alıcın çenesi ekmeğin sabrı...
Çarşı pazarda dolaşıyorum. Üzüm yetmiş, kiraz elli, peynir ortalama yüz otuz lira. Zeytini, inciri, kayısıyı anmıyorum bile. Onlar da kolayca sıraya girerler her şey gibi aslında bu kâbus yarışında. Sebzeler, meyveler, ekmekler hiç bu denli utangaç olmuş muydu? Sanki onlar üzerlerine basılan rakamlardan hicap duyuyorlar. Büyüdükleri toprakla üzerlerine basılan fiyatlar arasındaki çelişkinin âdeta farkındalar. Bunları ekonomik birer veri, rakamsal birer gösteri olarak görenler olacaktır. Onlara göre insanın kıymet derecesi bu nimetlere el uzatma gücüne göre belirlenir. Ne ahlakın ne yaratıcılığın ne de varlığa anlam katan değerlerin bir hükmü vardır. Öyle midir? Üzüm yetmiş, kiraz elli, peynir yüz otuz rakamıyla karşılandığı zaman asıl kıymetini mi bulur? İnsanı insandan ayıran çizgi satın alabilme gücü müdür? Rakamlar ayarlandıkça insan da hizaya mı gelir? Fiyatların fahiş olduğu topraklar daha mı bir vatandır? Böylece kıymet mi bilir içinde yaşayanlar?
İnsan sayılarla silinip varoluşu alaşağı edildikçe din, vatan, ahlak gibi kavramlar bilinçli şekilde parlatılır. Kitlelerin hayat kalitesi ellerinden alınıp hak, hukuk gibi kavramlar söndürüldükçe de gücü elinde tutanlar yeni paradigma icadına girişirler. Hele gelenekçi paradigmalar her vesileyle geçmişe atıf yapmaya ve oradan manevi güç devşirmeye özen gösterirler. Mesela Hacı Bektaş-ı Veli, Yunus Emre, Hacı Bayram-ı Veli sıklıkla anılırlar. Onların kurucu vasıflarından dem vurulur. Şairin ‘Türkçenin süt dişleri’ diye yorumladığı Yunus Emre’nin Taptuk Emre’den alıç istemesinin altı çizilir. Kucağında ceylan taşıyan Hacı Bektaş-ı Veli ile bir demet buğday başağını güneşe tutmuş gibi gülümseyen Hacı Bayram-ı Veli de yerlerini alırlar tabloda. Oysa üç görüntü de vatanı emekle yoğrulmuş toprak olarak simgeleştirirken emeğe, diğer canlılara hürmete ve insanın tabiatın esas parçası (efendisi değil) olmasına vurgu yapar. İnancı doğa içinde sessizleştirirler.
Âdeta şöyle konuşur bu şairler, veliler. Ey insan, eğer toprağı emekle yoğurup oradan ahlakla örülmüş bir hayat felsefesi çıkarmazsan dinin de olmaz. Dinî sayfalara yapışmış ölü ikonik hükümler ve iktidar histerisine saplanmış gizli materyalistlerin eline bırakırsanız eğer üzümün diyalektiği, alıçın çenesi ve ekmeğin sabrı nedir bilemezsiniz. Denize olta atan, balıkların can korkusunu düşünemezse kendi nefesinin kıymetini de bilmez. Kendini bilmek nedir? Bunu duymak insana borçtur. Topraktan insan emeğiyle kopup gelen nimetler de, insanın elinde başka insana karşı zulüm aracına dönüştüğünde üzüm de ağlar, kiraz da, süt bile ağlar. O yüzden, gözü görüp de alamayanın göz hakkı vardır. Ne zaman ki göz hakkı yok edilmiştir, insan o zaman daha zalimdir. Rakamlar göz hakkını ortadan kaldırır.
Göz hakkı Godard’ın bir filminde söylediği gibi paraya kalp edilir. ‘İnsanlar göz temasını ortadan kaldırmak için parayı icat ettiler’ diye konuşturur anlatıcısını Godard. Paranın bir icat olmanın ötesinde mutlak değer olduğu yerde, din, vatan ve ahlak alınıp satılabilir kolaylıkla. Çünkü başta din asıl dilini buraya, hayatın en insani değerine bağlamadıkça, siyaset ve güç histerisinin bir bileşenine dönüştükçe tabiatından sapar. Dünya, topraktan dolayı sonsuz dil olanakları sunar oysa dinî duyuşlara. Yaşama hakkı daha hukuki bir cümleye bağlanmadan önce Tanrısal duyuşun en eşitlikçi yerinde durur doğada. Toprağın hakkı emekle işlenip insana doyma hakkı olarak dönmedikçe, mesela üzüm, mesela kiraz, mesela peynir zapt edilmiş, köleleştirilmiştir. Özgür olmayanların dini olmaz. Köle isen vatan senin neyin olur? Hangi ahlaktan sorumlu tutulabilir köle kişi?
Olup biteni ekonomik birer mesele, rakamlarla örülmüş bir kurgu oyunu olarak görüp de umuda kapılanlar kendi hesaplarının peşine düşerler. Her yıkılış devrinin iştahı yerinde pembe yanaklı paydaşları vardır. Hamasetçilerle kol kola girmiş, iğdişliğin çemberinden başları dönenler Yunus’un alıcını kötülemeyi, ceylanı avlamayı, buğdayı ambarlara doldurmayı önceleyeceklerdir yine.
İnsan topraktan koptukça yeryüzüne yabancılaşır. Şehirleri, bağları, bahçeleri, ırmakları, dağları ellerinden alınmış ve maddi birer toplanma alanına çevrilmiş kentlerin çeperinde sıkıştırılmış kitleler rakamların kırbacıyla şekillendirilirler. Üzümün gözü, kirazın nazı, peynirin şarkısı kimsenin umurunda olmayabilir. Ama toprağın büyük öyküsünü anlamadan insan sonsuza doğru kaybolmuş demektir.