O
Eğer bildiklerim olmasa eğer dinlediklerim olmasa eğer gördüklerim olmasa ve eğer düşündüklerim olmasa yazılıp çizilenlere, konuşulup görüşülenlere hasılı ortalıkta dönen hemen her şeye inanacak evet, evet ya, o oydu, o tam olarak bunu yaptı, hedeflediği de tam buydu diyeceğim. Oysa her mizaç kendi kasırgasını beraberinde getirir ve bütün eserinin kökünde o güç vardır.
Çemberlitaş’tan Çorlulu Ali Paşa Medresesi’ne doğru yürüyorduk bir akşam. Sadece ikimiz vardık. Henüz yirmilerinin başında şair adayı bir genç adamdım. Heyecanla bir şeyler anlatıyordu hiç nefes almadan, birden durdu, gözlerimin içine bakarak ve parmağıyla yeri işaret ederek ‘yeryüzünde bir insan için ben iyi demişsem bütün dünya karşıma dikilse o hala iyidir, eğer kötü demişsem bütün alem iyi dese yine kötüdür. Yetmedi, bir düşünceye bağlanmışsam yine bütün insanlık karşıma dikilse hala ona bağlıyımdır.’ Ürpermiştim. Çünkü o inancın bir çılgını olarak ‘ yeryüzünde mütevazı bir yolcu ol’ manın düsturu ile adeta bütün kainatı baştan yaratma kudretine sahip bir ‘emanetçi’ olmanın idraki arasında salınıp duruyordu. Öylesine derin ve güçlü bir duyarlığa sahipti ki dünyaya o eşsiz Tanrısal duyuşla bakmadan onu yerli yerine oturtmanın mümkün olmadığının şuuru içindeydi.
‘Siz beni ne anlarsınız siz!’ nidasıyla ünlüyordu aslında. ‘Öyle bir isyan şiiri var ki ben onu yakalayacağım’ diyen ruh, aşkın en yalın kuşanmışlığı içinde kendi gökkuşağını yaratmış ömür boyu da onun altından geçmek için durmaksızın koşmuştu. ‘Sen tabiat içinde tabiatla birlikte fakat tabiatüstüsün!’ Kimdi bu sen! Kendisinden başlayarak aşık olunup idealize edilen kadına, soyut bütün insanlığa bir sesleniş, bir iç bakış mıydı? Büyükada’nın denize inen yüksek çamlarının altında Mustafa Kirenci, ben ve o yürüyorduk, şiirine ve hayatına giren nice son sözler gibi ‘ Sen Leonardo de Vinçi’nin ya Van Gogh’un kalemiyle çizilebilirsin’ mısralarını okuyuvermişti. Bu şüphesiz onun sanata ve insana bakışının seviyesiydi. O büyük öfke olmadan o büyük çizim mümkün olamazdı.
Sanatta ve hayatta cömertlik diye bir şey vardır ve bu maddi varlığa bağlı bir özellik değildir. Zamanın en minik parçasını ‘inci dakikası’ olarak gören ve buradan bir dakika içine sığdırılmış büyük oluşa bakan bir insandan söz ediyoruz. Bilgiye ulaşmak için okumak, gezmek, görmek, çalışmak yetmez. Bilgi de canlı bir varlıktır ve o bazı şairde hayat olarak karşımıza çıkar. Eğer, kelime bilgisi, her kelimenin içini dolduran o büyük oluş fark edilmese, tabiatta bal için çiçeğe konmuş binlerce arı uğultusu olur muydu? İşte ondaki öfke böyle bir yerden kopup geliyor, bir babanın ölüm haberini almış çocuk gibi deniz kenarına koşup dalgalarda teselli arıyordu.
Bu dünyada olup bitmişler yanında olup devam etmekte olanlar vardı. Bu dünyada insan hakikatten kopmuş hemen her yerde büyük kötülükler yapıyordu. İnsanlar havada uçup yerde ölüyorlar, ‘hükümdarlar hükümdarlık için halka yalvarıp yine de eşssiz zülumler işliyorlardı.’ Ve o birden başını uzatıyor ‘Bu dünyada olup bitenlerin / Olup bitmemesi için/ Ne yapıyorsun’ diye soruyordu. Öyleyse, yola çıkıp o ‘büyük amaca yönelmeliydi’. Özellikle Köpük şiiriyle açığa çıkan destansı şiirin gücünü kuşanmalı, şehrin ortasına ‘bir dağ soluğu’ getirmeliydi. Yazmıştı durmadan, sizi dağıma çağırmalıyım demişti, gözenekleri varlık petekleri gibi, geceleyin uçan ateş böcekleri gibi ışıyan o yüce dağa.
Eğer duyduklarım, eğer bildiklerim ve eğer keşiflerim olmasaydı ben de onu kolaylıkla bir yere koyacak herkesin yüzüne oturacak bir kutsal maskla varlığını donduracaktım. Kutsayacak, insan olmanın dışına çıkaracak, ölümle yüceltecektim. Oysa madem ki ömür denilen bir cevher vardı madem ki insan dil denilen mucizenin altın çocuğuydu,düşünülebilecek en ince şey düşünmeli yazılabilecek en büyük şiir yazılmalıydı. Aklı bir kırbaç gibi kullanarak aşkın o en onulmaz yarasıyla şiire durmalıydı. ‘Öldükten sonra insan nasıl dirilecekse/ Ölmeden ben öyle dirildim’. Dirilişin temel esprisi buydu. Onu, yanin dirilişi bir ölüm ötesi karanlık ülkü olmaktan çıkarıp yaşamanın şahdamarı kılan buydu. İnancı meçhul ve muğlak, yaşamasız bir alandan çıkarıp, temiz fakat yıpranmış bir pantolon gerçekliğine dönüştürmek buydu. Fizikötesi çok ileride, yüksek meçhul yerlerde değil burada, ‘şahdamarımızda’ akmıyor, adeta çağlıyordu. ‘Kötülere iyilik saçmak’ için yola çıkmalıydı. Sözü olanın gülü solmazdı çünkü. ‘ Gözlerim cebirden bir deprem’ olmuşsa eğer, ‘Ufuklardan ufuklara taşıyarak kelimeleri’ tutabilirdin yasını çeşmelerin, suya inancını yitirmeden.
Evet suya inancını hiç yitirmemektir bu. Bir damla sudaki büyük fırtınayı bilmektir. Binlerce sayfa yazı yüzlerce sayfa şiir saatlerce saatlerce sürmüş konuşmalar yapılmışsa, o büyük aldırışsızlık içinde o insan yüceliğine yakışan ısrar sürdürülmüşse, suya olan inançtandır. ‘Bir ekmek gibi aziz fikirlerin nasıl piştiğini’ bilmek isteyene muştu olmak arzusu bundandır. Sezai Karakoç buydu.