İnsanın dört halinden biri: Sözün hakkını vermek
Eğer ‘Oku!’ hitabının bir öncesini düşünmezseniz bir şeyi tam olarak kavramış sayılmazsınız. Hitap, buyruk, nida, kökenden ‘söz’ olarak kaynamaktadır ve ‘okumak’ Türkçede söz kesmek, sözü iletmek, sözü bağlamak, söze davet etmek anlamlarını taşır. Dolayısıyla okumak için ilkin bir söze, bir hitaba ve elbette muhataba ihtiyaç duyulur. Buradaki kritik eşik, sözün biçimi değil kaynağıdır. İki bakımdan böyledir: Artık söz, ses, insanınkinden farklı olarak, net, bağımsız, bağlantısız, duru ve bağlayıcıdır. O yüzden kutsaldır. İnsanın sözü ise zamanla oluşur. Diller kavramsal açıdan aprioridir ve baştan mevcuttur (tıpkı gelecekte doğacak veya ölecek diller gibi) fakat ancak tabiatın yardımıyla (insan bedeni, ağzı, dili, çene yapısı, gırtlağı da tabiatın parçasıdır) ve insanın tecrübesi ile ortaya çıkar. Bu yönden dil insanın doğal bir icadıdır, başka bir yönüyle de büyülü, sırlı ve hatta anlaşıl(a)mazdır. İnsan dili, sözü emanet almak, onun hakkını vermek için yaratır. Söz sahibi olmak sözden gelen özün emanetçisi kesilmektir. Söz dil olarak yapılanır, sembolik kodlarla örülür.
‘Oku!’ emrini veren, lütfeden, bu hitabıyla insana bir kaynağı da işaret eder. Söz bu mecradan doğası gereği bulanık akamaz. İnsan bu duruluğu sembolik bir hak olarak devralır ve onu idealize eder. Hem söz söyleyebilen bir varlık olarak hem de sözü hakkıyla söylemesi gereken bir varlık olarak sorumlu olur. Şiirin döne dolana her şeyin yalın, saf, yüce, duru, hatta ilahi durumunu yakalamaya çalışması da belki bundandır. En azından saklı bir yol olarak bu yan vardır. İnsana ‘oku’ buyruğunu veren kaynak, yine doğası gereği özgürdür çünkü onun gerisinde başka bir söz olamaz. Olsaydı bu kez onun buyurduğu söz, teorik olarak iyelik sorunu yaşardı. Ve fakat, ve yine insana, sen ancak sözün tam hakikatine bağlı kalarak hem var olabilirsin hem de bana yaklaşabilirsin denilmiş gibidir. Duanın hemen her sebepten sıyrılıp âdeta gözyaşı ile yıkanan söze dönüşmesi neyle açıklanabilir? Maddeden, yükten, sebepten soyunmak değil midir dua?
İnsanın dört hâlinden biri şüphesiz sözün hakkını vermek ve bunu hakikatin ayrılmaz unsuru saymaktır. Söz söyleme, hakikati bulmak için değil aramak için gereklidir. Hakikat insan türünün dört başı mamur tanımlayabileceği bir olgu değildir. Fakat sözle, sözlerle, sözü yerinde, hakkıyla ve özgürce kullanmakladır ki o, arayışını canlı tutabilir. Sözün bastırıldığı yerde hem özgürlük kararır hem de insanın var olma hakkı geri çekilir. İnsanın her şeyden önce bu dünyada ‘edebî bir mukim’ olarak kendisini idrak edebilmesi sonra da sanattan felsefeye, düşten düşünceye, sosyal hayattan aşka değin yaşamanın öznesi olup dalgalanabilmesi için buradan, sözün özgürlüğünden çıkması gerekir. Yoksa haksızlık, adaletsizlik, zulüm kaçınılmaz olur. Haksızlık karşısında susma, ki susma dili negatif kullanma hâlidir, ve bu hâl kötünün ve kötülüğün en uç sembolü şeytan ile ilişkilendirilir. Negatif dil köleliğe göz kırpar.
Şu veya bu gerekçeyle, aslında hemen her tür gerekçeyle, din dahil, siyaset ve farklı mezhepler dahil, devletlerin, şirketlerin, mezheplerin, partilerin, şahısların, fertlerin, anne babaların, din adamlarının, vd. söz söyleyicilerin sözün önünü kapatmaları ve insanın her hâl ve şartta söz söyleme hakkını engellemeleri kabul edilemez. Herkes nasıl ki sözünü kendi derecesine göre hakikati aramak için söyleme hakkına sahipse yine herkes bu söylenenlere muhatap olma hakkına bir o kadar sahiptir. Söz her zaman insan tekinden (çünkü ‘Oku!’ diye buyurulduğunda da sözün muhatabı tektir) toplum şuuruna doğru akar. Sansür yine negatif Tanrılık iddiasıdır.
Sözün insandan koparılıp bir güç nesnesi olarak hacimce büyük kitlesel kurumlara bırakılması, sözün hakkını verme ideali taşıyanlar tarafından kabul edilemez. Söz, şairler tarafından bile, o dili yaşayanlar adına zımnen emanet alınır ve tekrar, tekil bir verim olarak geri salınır. Sözü günümüz dünyasında tek tek her insanın hakkı olmaktan çıkarıp, kitle temsilcilerinin, edebî vaizlerin, sahne, ekran ve kürsü aktörlerinin eline vermek büyük bir çıkmazdır. Böylelikle sözün başlangıcındaki bire bir olma hakkı kilitlenmiş sayılır.
Şimdi değil her çağda ve her zamanda sözün hakkını vermek için yaşayanlar büyük bedeller ödedi. O bedeller olmasaydı eğer, hem şunları konuşamayacak hem de sözle insanın yaşadığı o büyük arayıştan bahsedemeyecektik bile. Kitle çeneleri, patronlar, vaizler, kutsal ağızlar, ölümsüz liderler, gönüllü âlimler, bayraktar şairler hakikati çoktan tapulamış olacaklardı...