Çok basarken çok satmak sarmalı...
Yayın dünyasını çok basmak ve çok satmak iştahı basalı beri çoğu yazarın ve yayıncının karakteri değişti. Yazar, gece gündüz ne yazacağını, nasıl bir dil ve üslup geliştireceğini düşünen adam olmaktan uzaklaştı. Kültürel tutum hızla geri düşer elbette böylesi bir durumda. Bir yaratı ve tutum işi olan yazarlık, türü ne olursa olsun özünde kültürel bir faaliyet olan yayıncılık, sosyolojik kodları kollayan bir üretim hatta girişim meselesi olur. Hangi konu ne şekilde yazılırsa tutar sevdasına kapılır, öyle yazar. Geleneğini sürdüremeyen ve ekonomik ve kültürel bağlamda kurumsallaşamayan yayınevleri de işin kolayına kaçarlar. Alttan alta sebebi oldukları pek çok bozuluşun da çanağı durumuna gelirler. Haydi Osmanlı dönemini bir yana bırakalım, Cumhuriyet’le yaşıt ve bugün itibar sahibi bir tek yayınevi bile olmaz mı? Bu hatırdan çıkarılacak kadar basit bir gösterge mi?
Ne kitabın çok basılmasına, ne de yazarın para kazanmasına karşıyız. Ancak, bileşik kaplar kanunu gibi üretim ile tüketim arasında doğal bir dengenin olması gerekiyor. Bu dengenin kurulduğu yer, o toplumun kültür ve sanat ortamıdır. Kültürel iştiyak dediğimiz bir mesele vardır ve insani nitelik olarak kendisini belli eder. Sinemamızda gişe yapmış kaç tane nitelikli film var? Sinemada olmayan, kitapta nasıl olsun? Kültür ve sanat dallarına dağılmayan, birbirini çekip beslemeyen sayısal göstergeler hep problemdirler. Matematik hesapları ile değil, insan ve hayat göstergeleri ile ölçülür kültürel değerler. Hayat yozlaşıp çoraklaşmış, insan vasatlaşmışsa, orada sayısal verilerin hiçbir kıymeti yoktur. Hele dönüp dolaşıp devletin ağına dolanan bir döngü ise hiç kabul edilebilir değil. Özgür olmayan bir birey sanat yapamaz. Bireyin özgürlüğüne katkı sunmayan yayıncılığın varlık gerekçesi zayıflar.
Neyi hesap etmektedir tam olarak yayıncı? Yazarın hedefi nedir? Okumayan bir toplumuz işte. Kitapların bunca basılmasına, her yerde etkinlikler düzenlenmesi ve fuarlar açılmasına rağmen esas anlamda okumuyoruz. Kitabı tüketiyoruz. Kitabı satıyoruz. Ama kitap ve yazar etkin ve etkili değil.
Türk yayıncılığı giderek ‘ithalci’ karaktere büründü. Yerli edebiyat verimi ülke nüfusu ile paralel değil. Gençler bir yazar olarak kendilerini gerçekleştirme konusunda sabırsızlar. Bir an önce bilinmek ve çok satmak istiyorlar. Bu yolda her tür tavizi veriyorlar. Kendisini kanıtlamış yazarlar ise iki gruba ayrılıyorlar. Belli oranda satışa ulaşmış yazarlar yayınevleri arasında gidip gelirlerken, niteliği tartışılmaz ama satışları belli vasatta kalanlar zar zor kendilerine yer bulabiliyorlar.
Çok tüketme histerisinin ( tekrar edelim ülkemizde çok satma değil çok alma isteği yaygındır) hakim olduğu yerde her tür kara iktisat kanunu adım adım kendisini dayatır, sonra da büsbütün her şeyin hakimi olur. Her yayınevi ve her yazar tekil birer kimlik iken bu vasıf silinir, kitle ile sermaye arasında işleyen ve kültürün fon olduğu bir ağ örülür. Yazar ajansları, çevirmenler, editörler, yayın yönetmenleri, grafikerler, matbaacılar, kitapçılar vs. var görünürler fakat aslında hiçbiri yoktur.
Sürdürülebilir bir döngü dengesi için hemen her faktörün zayıflaması, fakat sermaye ile onun bir tür sağmalına dönüşen ‘çok satar yazarın’ ayakta durması gerekir.
Okurun aktif bir kültürel özne olarak aradan çıkıp pasif bir tüketiciye dönüştüğü ortamlarda, sağlıklı bir ekonomik düzen de kurulamaz. Her tür suistimale açık hale gelir yayıncılık. Ki, yayıncıların, özellikle gizli korsanlık konusunda sicilleri parlak değildir. Oysa, her şeyin kültürel değerlerle örüldüğü ortamlarda açıklık kadar hukuki korumacılık da gelişir. Öteki türlü, çok basma ile çok satma arasında patlayan skandalların arkası kesilmez.