Erdoğan başta ne umuyordu?
Siyasetin zayıfladığı ve devlet imkanlarıyla güç kullanma performansına dönüştüğü düzende kutuplaşma kaçınılmazdır. Türkiye’yi bilhassa başkanlık sistemine götüren ve devamında dört bir koldan kuşatan siyaset tarzı da kutuplaşmadır. Bu faktörü çıkarın; yani kutuplaştırıcı sözler, tavırlar ve girişimleri denklem dışına atın, geriye siyaset namına bir şey kalmaz. Siyaseti gerilimden ibaret ülkede de verimlilik, üretim, kalite, hukuk ve en nihayet demokrasi olamaz.
Öncelikle Cumhurbaşkanı Erdoğan, koalisyon ortakları ve kadrolarının yeniden kazanma endişesi, siyasi gerilimin ana kaynağıdır. Gerilim, sadece politika üretememenin değil, yaklaşan seçimin yarattığı baskının da bir sonucudur. İktidarın sorunlara kalıcı, gerçekçi çözüm bulabilmek noktasından ve gerekirse acı ilacı içmek cesaretinden uzaklaşması stresi artırmıştır. Çünkü acı ilaç içip, sonuçlarını beklemek için zaman kalmamıştır. Zaman olsa bile doğru ilaç bulunup bulunamayacağı belirsizdir. Yeni sistemin resmen ve fiilen başladığı 2018 Haziran’ından bugüne geçen sürenin telafisi de artık imkansızdır. Bir daha o zamanlar gelmeyecek ve gayet tabii boşa geçen yılların maliyeti ağır olacak. Kötü gidiş sürecek ve tabloya ayrıca önümüzdeki yılları kuşatan fırsat -kaçırma- maliyeti eklenecek.
Erdoğan tam yetkiyle koltuğa oturduğunda ne bekliyordu ve ne hayal ediyordu, bilemiyoruz ama tercih ettiği kadrolarla ve sorunlara odaklanmaktan çok uzak yönetim tarzıyla başarılı olabileceğini düşündüğüne göre, kesinlikle çok iyimser olduğunu anlayabiliyoruz. Oysa, sadece ekonomi yönetiminde yaptığı hatalı tercihler ve dış politikada sonraki adımı düşünmeden coşkuyla attığı adımlar bile işlerin kısa sürede sarpa saracağını gösteriyordu. Bunu görememek, gidişatı anlayamamak ya ilgisizlikten ya da iyimserlikten olmalıdır.
Anlaşılan o ki Cumhurbaşkanı, halkı başkanlık sistemine ikna ederken kullandığı büyük cümlelere ve iddialı sözlere kendisi de inandı. Sadece sınırsız yetki sahibi olmanın, başka kurum, tecrübe, ekip ve beceriye gerek olmadan bütün sorunları çözeceğini zannetti. Ayrıca, planlama, ayrıca liyakat, ayrıca ehliyet, ayrıca titizlik, ayrıca hukuk, ayrıca demokrasi ve ayrıca dünya gerçeklerine kulak vermek gerektiğini düşünmedi. Başbakanlığı dönemindeki olumlu tabloyu bir parmak şıklatarak ikiye üçe katlayacağına kendini inandırdı. Başka türlüsü olamaz… Yoksa, Erdoğan gibi tecrübeli bir politikacı sorunlar karşısında böyle eylemsiz ve çaresiz kalamazdı.
Türkiye’nin kötü idare edildiği dönemler oldu ama ekonomide kriz ve aynı anda dış politikada çaresiz geri dönüşler dönemi hiç bu kadar uzun olmamıştı. Olsa da ülke amaçsız ve plansız kalmamıştı.
Ekonomide iki kere ikinin dört ettiği gerçeği neden kabul edilmiyor, belirsiz. Neden liyakatsiz adamlarla zaman ve kaynak harcandığı anlaşılmaz. Üretim, eğitim, dar gelirliler veya orta sınıfın kaderi umursanmadan koskoca ülkenin neden sadece turizm sezonuna ayarlı yönetildiğine de akıl sır ermiyor. Her parlak fikre bir umutla sarılacak kadar temel problemlerden kopmak; daha doğrusu kaçmak neden?
Tek başına, tek yetkiyle, tek başlı ve neredeyse sınırsız yetkilerle dolu bir modelde istikrarın bile kaybolması tahminlerin ötesinde bir gelişmedir. Ekonomik ve finansal açıdan belirsiz, güvenilmez ve yatırım yapılamaz bir ülke tablosu; değil böylesine kudretli bir yönetimde, koalisyonlarda dahi düşünülemezdi. Zayıf iktidar dönemlerinde bile, kriz yaşansa da beraberinde çıkış vardı. Bir standart ve alt limit hep olurdu.
Türkiye şimdi bu standardın altında seyrediyor. Derin bir kriz ve krizi yok sayarak çıkış arayan benzersiz bir idare tarzıyla yaşıyoruz. Şartlar böyle olduğunda; yani iktidar otoritesini icraattan ve başarıdan alamadığında o boşluğu hamaset, gerilim ve kutuplaşma doldurur.
Şimdiki hal, yoksul ve gergin haldir. Gittiği yere kadar…