Memleketimin dünü bugünü

Yakın zamanlara kadar garip bir laiklik uygulanırdı memleketimde. Sırf militan laikliği ‘irtica’ tehlikesine karşı koruma uğruna dindar kesimlere karşı her alanda anlaşılmaz bir kabalıkla baskılar uygulanır, insanlara sadistçe acılar yaşatılırdı. Toplumun siyasal yollardan ifade ettiği tercihleri ayaklar altına alınırdı. Hatta bu hoyratlık bireysel tutumlara da yansıtılır, bundan büyük keyif duyanlar olurdu.

O günlerde bir hemşehri toplantısına davet edilmiştim. Yanımda beni tanıdığı belli olan sivil giyimli biri oturuyordu. Bir ara bana dönerek -hiç münasebeti yokken- vaktiyle tartıştığı birine nasıl çıkıştığını aktardı: “Hocam, ne nedim adama biliyor musun? Bana bak dedim, sen profesörsen ben de komutanım!..” Rütbesini sordum; “Emekli astsubayım” dedi.

Herkes hatırlar: Bir toplantıda makamı büyük, kendisi küçük adamlardan biri konuşma yapıyor. Karşısında dindarlığıyla bilinen dönemin Başbakanı oturuyor. Ve konuşmacı, kendi zihninde anti-laik bir şablona oturttuğu bu ülkenin (merhum) Başbakanının gözünün içine baka baka şöyle diyor: “Laik olmayan, insan değildir!

Daha nice ilkellikler…

***

Siyaset yapmak istemiyorum; anlamam da zaten. Ama şu kadarını görebiliyorum: Bugün siyasette başarısızlık çukurunda ümitsizce debelenip duranlar ve “kan akar” gibi anlamsız laflardan medet umanlar, bu halleriyle bir bedel ödüyorlar. O zaman yaptıklarının veya yapılanlardan keyif almalarının ya da -en azından- “Hayır, bu doğru değil; laiklik, Cumhuriyet… bu değil!” dememelerinin bedelini ödüyorlar.

İhtilal girişimcilerine “Hainler! Darbeciler!” diyerek tankın üzerine fırladığı için (1991) Boris Yeltsin’i Rus halkı yıllarca başında taşıdı; onca saçmalıklarına rağmen.

Peki “Cumhuriyeti koruyorum” diyerek cumhuru tepeleyen 28 Şubat rezaleti karşısında bizim malum siyasetçiler ne yaptılar? Bu rezaletten kendilerine iktidar çıkarmakla mutlu oldular ve şimdi onun bedelini ödüyorlar.

Niyetim eski haksızlıkları hatırlatıp kin ve öfke pompalamak değil. “Kininizi unutmayın!” tarzı bir söylem ve eylemin İslâm ve Peygamber ahlâkında asla yeri yoktur.

Niyetim “Oh, şimdi her şey yolunda! Onlar gitti dertler bitti” demek de değildir. Böyle bir şey de yok zaten.

***

Şuraya varmak istiyorum: Elimizi vicdanımıza koyup düşünelim: O dönemdeki ayırımcılık, dayatmacılık yüzünden mağdur edilen “İslâmcı” çevrelerin, yüzde 50’yi cepte gördükten sonra da huylarının değişmediğine inanıyor muyuz? O zamanlar ‘gerçek demokrasi’, ‘gerçek laiklik’, ‘hak-hukuk’ ‘özgürlük’ gibi kavramları dillerinden düşmeyen dindar kitlenin, aynı kavramları aynı içtenlikle bugün de kullandığını, dayatmacılığa hayır demeye devam ettiğini söyleyebiliyor muyuz?

Bu tür soruların cevabına, “Evet ama…” diyerek başlanacaksa mesele anlaşılmıştır. Çünkü o eskiler de haklı soruların cevabına böyle başlıyorlardı.

Dün Batı standartlarında laikliğe, demokrasiye, insan haklarına dair dizi dizi bilimsel toplantı tertip eden mağdur “Müslümanlar”ın bugün yeni dışla(n)ma ve mağduriyetler karşısında “Ben istediğimi aldım” deyip ‘’ine bakması ne İslâmî ahlâk ile ne çağdaş değerlerle bağdaşır. Sadece Peygamberimizin iki hadisini hatırlatayım:

* “Din samimiyettir; din samimiyettir; din samimiyettir.”

* “Hiçbiriniz, kendisi için istediğini kardeşi için de istemedikçe iman etmiş olamaz.”

***

Demek istediğim şu ki, artık ideolojiler, dinî veya etnik kimlikler üzerinden sen-ben ayrışması yapmak, buna sebep olmak “muasır medeniyet” davası güdenlere yakışmıyor. Geçmişi sadece yeni mağdurlar üretmemek için hatırlamalıyız. Onun dışında geçmişi geçmişte bırakıp, bütün insanlarımızın ait olmaktan mutluluk duyacağı bir ülke inşa etmenin maddi, hukuki, ahlâkî vs. şartlarına odaklanmalıyız, hep birlikte.

YORUMLAR (13)
YORUM YAZ
UYARI: Hakaret, küfür, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. (!) işaretine tıklayarak yorumla ilgili şikayetinizi editöre bildirebilirsiniz.
13 Yorum