Din ve dünyevîleşme
İslâm’ın ve diğer bütün dinlerin ahlâk öğretilerinin en başında “Hırslarına köle olma!” uyarısı yer alır. Son yüzyılda dünyada yaşanan sorunları doğru okursak görürüz ki, insanı “insanın kurdu” yapan; insanı zenginleştikçe yoksullaştıran, hükmettikçe köleleştiren hep hırsları, bencillikleridir. Dünyayı yangın yerine çeviren, dünyayı soygun yeri yapan, insanoğlunun mal, makam ve zevk tutkularıdır. Bu tür sapmalar eskiden de vardı elbette; fakat günümüzde bu durum, bizde dünyevileşme, Batı’da (bir anlamıyla) sekülerizm denilen genel geçer bir hayat felsefesi halini almıştır.
Yanlış anlaşılmasın; dünyevileşmenin eleştirisi, dünya işlerine ilgisiz durmamız anlamına gelmez. Dünyevileşme, dünya hırslarını ve zevklerini ahiret kurtuluşuna öncelemeyi, böylece temel bir ahlâkî sapmayı ifade eder. Buna “dünyaperestlik” de diyebiliriz.
***
Davranışların şekli de önemli olmakla birlikte, ahlâkın kurucu unsuru, davranışların arkasındaki irade ve niyetimizdir. Buna göre bir kimsenin dünyevîleşmesi, ruhundaki dinî duyarlılığın solması, Allah ile kalbî bağın çözülmesi, onun yerini fani heva ve heveslerin almasıdır. Ve bu çözülme dindar görünende de görünmeyende de olabilir. Oysa Kur’an’ı hakkıyla okursak, başından sonuna kadar onda, ruhumuzdaki bu ışığı hep diri tutmamızı isteyen mutlak bir talebin hâkim olduğunu görürüz. Kur’an’da ibadet ederken, Allah’ı anarken, tövbe ve dua ederken kalbimizin hep Allah ile olması, içimizin ihlâs, tevazu ve huşû ile dolması istenir. Aynı şekilde çalışırken, kazanırken, harcarken, alırken, satarken, velhasıl değişik yönleriyle dünya hayatımızı yaşarken, insanî ilişkilerimizi sürdürürken de Allah’ın gözetiminde olduğumuzu, O’na karşı sorumluluğumuzu aklımızda tutmamız istenmiştir.
Kısaca Kur’an açısından dünyevîleşme, araç olması gereken dünyayı amaç bilme; dünya malını ve iktidarını, dünya zevklerini Allah rızasının ve ahiret kaygısının önüne geçirmedir. İslâm düşünürleri bu duruma düşmeyi gerçek bir kölelik sayarlar. İnsan, hakiki özgürlüğü ancak nefis ve dünya zincirlerinden kurtularak, bu sonlu şeylerin üstüne çıkarak kazanabilir. Endülüs’lü âlim İbn Hazm, bin yıl önce okuyucusuna şu öğüdü veriyordu: “Kendini kendinden daha değerli olan amaçlara ada!.. Hayatlarını sadece dünya malı uğruna tüketenler, yakutu verip çakıl taşı alanlara benzer. Ahlâkı olmayanın dini de olmaz. Tüm rezilliklerin kaynağı dünya hevesleridir.”
***
Aslında büyük sorun, bütün tutumlarımızda Allah karşısındaki sorumluluk şuurumuzun varlığı ve gücüyle ilgilidir. Özünde bu şuurun bulunmadığı her tutum –şeklen dinî de olsa- gerçekte dünyevîleşme işaretidir. Onun için İslâm düşüncesinde dindarlığın en yüksek mertebesi, “Allah’a kulluk ve küllî düzende aktif rol almak” şeklinde özetleyebileceğimiz dinî-ahlâkî ve ontolojik bir perspektifte görülmüştür.
Meselâ çok yönlü bir âlim olan Râgıb el-Isfahânî, insanın nihai yaratılış amacının, dünya heveslerini aşarak, hilâfetullah, ibâdetullah ve imâretü’l-arz deyimleriyle ifade ettiği küllî sorumluluğu yerine getirmek olduğunu belirtir ve bunların her birini âyetlerle temellendirir. Hilâfetullah, yönetimde (siyâse) “Allah’a iktidâ”dır. Bu, insanın kendini ve idaresi altındakileri Allah’ın iradesi ve rızasına uygun olarak yönetmesidir. İbâdetullah, emir ve yasaklarında Allah’ın iradesine tam uyum ve bağlılıktır. İmâretü’l-arz ise dünyayı kendimiz ve kendi dışımızdakiler için yaşanır hale getirmek, insanlara ve canlılara hayatı rahatlatacak yararlı işler yapmaktır. Bu yüce amaçlar için yapılan her iş, -ister din işi, ister dünya işi olsun- Allah’a ibadet ve Allah yolunda cihaddır. Isfahânî, bu kuşatıcı görevleri başarabilmek için ruhsal arınmayı gerekli görür. Çünkü “Ruhu kirli olanların sözleri ve işleri de kirli olur.”