‘Yer durur biz sallanırız’
Önceki gece birden bir haber aldık: Deprem! 7.2 Irak/Süleymaniye merkezli.
Çok kısa süre sonra Kızılay ve AFAD adeta refleks hâlinde bölgeye yardım ve intikâl çalışmalarının başladığını açıkladı.
Gecenin içinde dakikalar, saatler ilerledikçe depremin yıkıcı etkilerinin ip uçları şekillenmeye başladı. Ama aynı zamanda tatsız bir şey daha belirginleşmeye başladı sosyal medyada. Deprem bölgesindeki demografik yapı ve siyasal uzantılar üzerinden yorumlar, yaklaşımlar, gayri insanî (ama nihayetinde insana ait) garabet söylemler.
Oysa o gece orada olan depremin burada da olmaması için hiçbir sebep yok. Fırtına, kasırga, büyük yağmurlar için de bu böyle. Kaldı ki çok yakında olacağına deprem uzmanlarının nerdeyse iman ettiği büyük İstanbul depreminin gerçekleşmesinin ân meselesi olduğu gündemden hiç düşmedi.
Orada olanlar burada olmuş gibi hissedilemez kuşkusuz. Depremin içinde olmamaktan kaynaklanan duygusal mesafe bunu engeller. Ama bu mesafenin engelleyemediği kalp atışları da mümkün. O kalplere göre, orada olanı burada hissedemeyen biri burada da değildir.
Nerededir peki? Belki yersizdir, belki bencilliğinin ya nefretinin içine gömülmüş bakmaktadır oradan her şeye.
Her deprem sefil bir ruhu tetikler.
Her depremde kişinin kendi düşünsel dünyasında da enkazlar oluşması mümkün.
Bir depremde insan ölür, nefret ettiğiniz duygular ya da görüşler değil.
Depremden sonraki yıkım bölgesinin benzer fotoğraflarına bakarken, kareler arasında artık olmayan bir yakını hakkında acı çeken birinin ritmi bozulan nefes hareketlerinin, sesinin değişim izlerini göremezsin. Depremden bir dakika önce orada bulunan insanların neler düşünüyor olduklarını da tesbit etmek imkânsız.
Hiçbir şey yapılamayan bir sarsıntı! Ve içinde olduğunuz fizik/metafizik düzlem algısının birden hızla kaymaya başlaması. Yoksa gecikmeli olarak yerine mi oturuyor bazı şeyler diye bakmak da mümkün bu tek kesinliği ölüm olan mümkünler dünyasında.
Kişisel acıların hiçbiri üzerinde, hiçbir gerekçeyle dans edilebilir mi?
Her depremden sonra hatırladığım o dizeyi anmamak zor: “Yer durur biz sallanırız depremler yalan!”
Geçmiş olsun. Ölenlere Allah rahmet etsin, yakınlarına sabır ve metanet dilerim.
Dağ çağrısı
(…) Hep bir bahçe düşünürüm. İlerde, doğuda, tepesi karlı mavi ve yüksek dağlar. Bahçede gül çitleri. Gerçek doğu gülleri. İğdeler. Havuz. Suya düşen badem çiçekleri, yapraklar. Pembe şeftali çiçekleri, beyaz erik çiçekleri. Ağaçlar altında masalar. Beyaz örtülü masalar. Masalara düşen ağaç gölgeleri. Kuş esintileri, gül kokusunun merhabası. Bahçede gezinen alnı aydınlık insanlar. Masalarda oturup bir şeyler yazıyorlar, sonra güneşe bakıyorlar. Kitap hışırtıları, az ve yavaş konuşmalar. Ne üzüntü çığlığı, ne neşe kahkahası. Sabah rüzgârı esintisi ve bahar.
Bu tablo benim dağımdan bir parçadır. Tabiatla insanın kaynaşmasında altın oran. Büyük şehirlerin insan hadımlaştıran etkisinden kurtulmuştur. Köyün, insanı tabiat içinde eritişinden arınmadır.
Bu tabloda insan yaniden doğacaktır. Adeta ölmüştür de dirilecektir.
İnsan köyden büyük şehire niçin gitmiştir. Daha doğrusu büyük şehirler kurmak zorunda kalmıştır? (…) Sezai Karakoç- Mağara ve Işık- Diriliş Yay.
Ses
Yıllarca kuş sesi çıkarıp, çakal sesini kötüleyerek dolaştın. Bize keçi sesinden nefret etmeyi nasihat ettin. Neden nefret etmemiz gerektiği üzerine keçinin yaptıkları üzerinden öfkeli vaazlar verdin. Sonra birden keçisever oldun. Ne oldu, neden yaptın? Keçi sesi keçi sesi olarak kalıp değişmediğine ve değişmesi mümkün olmadığına göre sana ne oldu? İki durumdan biri sahte, sen hangisisin? Bu sevimsiz değişim üç günlük dünya için değer miydi? Keçileri ilginç bulurum bulmasına, ne ki yaptığını ilginç değil travmatik ve trajik buluyorum. Değmez. Sonra öteceksin, kuşlara çağırdığına kimse inanmayacak.