Objeler dünyasında yaşam…
Yaşantımız sadece ihtiyaçlarla değil sembollerle ve onların temsilcisi olan objelerle de şekilleniyor.
İster istemez onlardan ve hatta sıralanışlarından, dizilişlerinden etkileniyoruz. Topladığımız kitaplarla, resimlerle, objelerle ve daha pek çok şeyle aramızda idrakine varamadığımız bir yakınlık doğuyor. Ayrılamıyoruz, kopamıyoruz, atamıyoruz. Onlardan kurtulamıyoruz. Bazen konuşuyoruz, onlara insansı özellikler dahi atfediyoruz.
Mesela benim çalıştığım küçük odada hiç farkında olmadan biriktirdiğim bir sürü obje var. Karşımda ağaçtan oyulmuş bir düşünen adam heykeli duruyor.
Rodin’inkine benzemiyor ama bariz bir şekilde düşünüyor. Küçük ve vücudu da yok. Kafası upuzun sağ koluyla tek bacağına dayanıyor, sol koluysa zeminle, zeminle bütünleşmiş ayağıyla birleşiyor. Onu düşünürken dalıp düşmekten koruyor. Yanlış hatırlamıyorsam Brüksel’de Afrika sanatı satan bir galeriden almıştık.
Çok beğendiğimizden değil galiba bir şey almak, alabileceğimiz şey de o olduğu için. Onu bir süre ailece sevdik, sonra unuttuk, bir yerlere hapsettik. Bir ara da okuldaki odamı bekledi kimsenin, en önemlisi benim bile ilgimi çekmeden. Sadece boşluk doldurmak, odada hiçbir şey yokmuş gibi hissedilmesini önlemek için. Şimdi çalışma odamı bekliyor masamın üstünde ve bana düşünmem gerektiğini hatırlatıyor.
Hemen yanında ıvır zıvırlar, hiç kullanmadığım kırtasiye malzemeleri var. Biraz sağında üç tane dosya tutucu, onun yanında da kedimin üstüne oturup çalışırken beni seyrettiği, seyrederken sıkılıp uykuya daldığı yazıcı. Yazıcıdan sonra kitaplık ve kitaplığın içinde yine bir türlü atamadığım, atamayacağım fiili anlamda işlevsiz ancak duygusal açıdan bağımlı olduğum şeyler. Birini Nijeryalı bir öğrencim getirmişti hediye olarak. Yabani hayvan boynuzundan yapılmış bir kalemlik.
Üstünde adım ve bana bu hediyeyi getiren öğrencimin adı kazınmış özensiz harflerle. Bir sonraki rafta ise yine bir Afrikalı var. Davul çalan porselen bir kadın kabartması. Vücut yapısı Nuer olduğunu düşündürüyor. Büyük olasılıkla yarı-amatör bir sanatçı olan Norveçli Per B tarafından duvara asılmak amacıyla dökülmüş. Arkasındaki orantısız Norge yazısı amatörlüğe işaret ediyor. Diğer yandan eser numarasını yazmayı da ihmal etmemiş . Oslo’da okurken gittiğimiz bit pazarlarından birinden almış olmalıyız.
Onu kızımın gümüş çerçevedeki çocukluk fotoğrafları, derken anneannemden kalan en az yüzyıllık bir ahşap kutu, bir sonraki bölmede ise yine Brüksel ve sevdiğim bir arkadaş yadigarı kurşun askerim geliyor. Grand Sablon’daki kilisenin önünde Pazar günleri açılan bir tezgahtan almıştı yıllar önce çok beğendiğimi söyleyince. Kaidesinin altında yazdığına göre adı Mareşal Berthier’miş. Zamanında Napolyon’a hizmet etmiş. Kurşun kopyası ise yıllardır benim hizmetimde. Kitaplarımı koruyor.
Bir de bana çocukluğumu hatırlatıyor. Hans Christian Andersen’in yaşamı şömine de son bulan Kurşun Asker masalını, Doğan Kardeş yayınlarını, Pinokyoları, Ayşegül serilerini, harikalar diyarındaki Alice’leri ve daha nicelerini anımsatıyor. Ancak benimkinin ayağı tam, Andersen’in masalındaki gibi kurşunu biten bir oyuncakçı tarafından yapılmamış. Etrafında aşık olacağı kağıttan prensesler de yok. Onu şömineye atacak çocuk da, kağıttan aşkıyla birlikte eriyebileceği şömine de yok evde.
Yine de tehlikeli bir yerde duruyor Berthier, Ortadoğu kitaplarını bekliyor. Albert Hourani, Bernard Lewis, Edward Said, Fred Halliday ve William Cleveland’la baş etmek kolay değil. Her biri alanında iddialı insanlar. Anlatıları her zaman birbiriyle örtüşmüyor. Yan yana olmaları dahi sıkıntı çıkartabilir. Üstelik kitaplarının içinde yaşayan tarihler, bitmemiş sorunlar, patlamaya hazır savaşlar var. Fakat ben kurşun askerimin bu sorunlarla baş edebileceğini düşünüyorum. Ne de olsa aslı 1799’da Napolyon’un Mısır seferine katılmış.
Bir yıl öncesi de İtalya’nın altını üstüne getirmiş, Vatikan’ı işgal etmiş, Papa’yı esir almış ve hatta yolda ölmesine yol açmış. Ayrıca diplomatik tecrübesi de var. 1800 yılında İspanya’ya gidip antlaşma yaparak bugünkü Amerika Birleşik Devletleri’nin neredeyse üçte birini, Louisiana olarak bilinen bölgeyi 15 milyon dolara satın almış. 1815’de de evinin penceresinde şüpheli bir şekilde düşerek ölmüş Louis-Alaxandre Bertier.
Kurşundan kopyası da kim bilir hangi koleksiyoncunun elinden geçerek bana kadar ulaşmış. Bulunduğu hassas konuma rağmen durumundan çok rahatsız olduğunu zannetmiyorum. Nihayetinde anlatılardan ve kitaplardan söz ediyoruz. Sorun çıkacaksa, diyelim ki Filistin’in bir bölümü daha ilhak edilecekse benim kitap rafımda çıkmayacak. Berthier için muhtemelen en büyük sorun kitapları alırken yerinin değişmesi olacak.
Onu da çaldığım müzikle telafi edermişim gibi geliyor. Hemen yanındaki portatif hoparlörden neredeyse her gün kendi döneminin sevilen parçalarını zaten dinliyor.
Bulunduğu rafı çok karıştırıp, rahatını kaçıracak olursam Beethoven’ın 1803-1804 yılları arasında bestelediği önce adını Bonaparte koyduğu, sonra Napolyon’un kendini imparator ilan etmesine kızıp sadece hatırasını kutsamakla yetinerek Eroica dediği coşkulu üçüncü senfonisini çalabilirim.
Duyar mı bilmem ama en azından benim hoşuma gider. Tarihi bir şahsiyete tarihi bir iyilik yaptığımı düşünürüm, sembolle gündelik hayat arasında bir ilişki daha kurarım. Eski günleri, şimdi göremediğim arkadaşlarımı, öğrencilerimi anarım. Ayrıca yazı konusu da çıkar. Belki onu ve çaldığım müziği üst rafta duran kızımın doğum günüm için yaptığı resme ve resmin arkasında yazdığı güzel nota, aramızdaki bağın gücünü vurgulayan cümlelerine bağlayabilirim.
Eğer sizin de benim gibi işlevsiz, fonksiyonsuz eşyalarınız varsa ve keyfiniz yerindeyse, içinizden farklı bir şey yapmak geliyorsa, iyice bakın onlara, ilişki kurun, anlam yükleyin. Zihninizde dahi olsa tarihlerini araştırın. Bulundukları yerde boş boş oturmamalarına müsaade etmeyin. Hayatınızın parçası haline getirin. Getirin ki hem kendinizin, hem de onların kıymetlerini bilin. Biraz antropomorfizmin kimseye zararı yok. İyi ve olabildiğince mutlu bir Pazar günü dileğiyle…