Müslüman vicdanındaki iki korku
Müslüman toplumlar yüzyıllar boyunca yönetimsel anlamda iki korku arasında yaşamak zorunda kalmışlardır. Bunlardan birincisi özellikle Hicri birinci yüzyılda ortaya çıkan fitne yüzünden kurucu değerler bağlamındaki devletin dağılacağı korkusu, diğeri ise devlet katından dayatılan baskı ve zulüm.
Bu yüzden siyasi yönetimin meşruiyeti, beka adına istibdada kurban edilmiştir. Ulama bazen maslahat adına, bazen de korku gerekçesiyle istibdat yönetimlerine rıza göstermeyi seçmiş ve böylece toplumun itaat etmesini öğütlemişlerdir.
Her ne kadar ulama ümmetin birliği adına böyle bir yolu seçmiş olsa da sonuçları Müslümanlar açısından yıkıcı olmuştur. Zira zulme rıza fitnenin önlenmesini sağlayamadığı gibi, İslam siyaset kültüründe ‘istibdat geleneği’ kalıcı hale gelmiştir.
Muhammed Muhtar Şankıti’nin, Cabiri’nin “Arap Ahlaki Aklı” kitabından naklettiği şu ifadeler, ‘fitne yükü’nün Müslüman dünyayı nasıl bir çıkmaza sürüklediğini göstermesi açısından son derece önemli: “Gerçek şu ki asli günah (İlk günah, Adem’in günahı) yükünden kendini kurtarmış olan İslam’daki dini vicdan, bu defa kendini başka bir yükün altına sokmuştur, o da büyük fitne yüküdür. Ve fitneden sakınmaya gösterilen bu aşırı rağbet, aslında kendisi bir fitne olan zillet ve alçaklık içinde yaşamanın kabullenilmesini haklı göstermiştir! Netice, İslam’da yönetimin o günden bugüne kadar tek kişinin yönetimine dayalı zorbalık (vahdaniyyetü’t-tasallut) olarak devam etmesi ve dolayısıyla şehrimizin de zorbaların şehri olması şeklinde cereyan etmiştir.” (İslam Medeniyetinde Anayasal Kriz, s.374)
Maalesef halihazırda geçerli olan dini söylem, geçmişi aynen bugüne taşıyan gelenekçi çözüm tarzını esas alan bir yaklaşımdan beslendiği için Müslümanların yaşadığımız yüzyılı anlayıp çözüm üretmelerini imkansız kılmaktadır.
Oysa eskileri aynen taklit etmek ve olduğu gibi bugüne taşımak, modern zamanlardaki Müslümanların sorunlarını çözmede yeterli veri sağlayamamaktadır. Zira Nasr Hamit Ebu Zeyd’in de altını çizdiği gibi geçmiş yüzyıllarda yaşayan alimler, kendi dönemlerini yaşamışlar, ictihadda bulunmuşlar, bir kültür meydana getirmişler, o dönemde oluşturdukları felsefeyle bir düşünce inşa etmişlerdir. Bütün bunların toplamı, onlardan devraldığımız kültürel mirastır. Bu gelenek hala bilincimizi şekillendirmeye devam etmektedir. Bugün bize düşen, onu yeniden biçimlendirmek, çağdaş verili durumla uyuşmayan yanlarını ayıklamak, olumlu yanlarını desteklemek ve bu yönleri yeniden elden geçirerek çağımıza uygun bir dille yeniden şekillendirmektir. (İlahi Hitabın Tabiatı, s.42-43)
İtiraf etmek gerekiyor ki günümüzün Müslüman bilinci, yüzyıllar içinde oluşan kültürel mirasımızı çağdaş bir ameliyeye tabi kılamadığı için geçmişin itaatçi anlayışıyla şekillenen geleneği din gibi bellemiş ve hiçbir zaman bugüne gelememiştir.
Bu yüzden de Türkiye dahil bugünkü Müslüman ülkelerin hemen tamamında hakim zihniyet, çağdaş dünyanın gerçekliğini doğru okuyamadığı için ‘hukukun üstünlüğü’nün hakim olduğu bir devlet yapısı inşa edememiştir.
Çünkü geçmişte olduğu gibi bugün Müslüman ülkeleri yönetenler de Müslüman vicdanını sürekli o ‘iki korku’ arasına sıkıştırarak otoriter yönetim anlayışlarını tahkim etmektedirler. Bunu yaparken de dini alanı sonuna dek sömürerek ‘fitne’, ‘nifak’ ve ‘beka’ kavramları üzerinden toplumu dizayn etmekte bir beis görmüyorlar. Kabul etmek gerekiyor ki Müslüman toplumların siyasi pradigması bir değerler kriziyle malul durumdadır.
Kur’an peygamberlerin bile Allah’ın yeryüzündeki vekili olmadıklarını açıkça belirtmesine rağmen, Müslüman toplumların siyaset paradigması tarihsel süreç içinde yanlış değerler üzerine bina edildiği için bizim yöneticilerimiz sorgulanamaz ve halka hesap vermekle yükümlü değildirler, çünkü onlar topluma değil Allah’a karşı sorumludurlar…
Hemen belirtelim, Müslüman ülkelerdeki kutsala endeksli bu siyasi kültür sadece İslam’ı bir değer olarak gören dindar kesimleri değil, sol ya da ateist kesimleri de kuşatan bir güce sahiptir. Zira onların zihinsel kodları da lideri kutsayan bu kültürel iklime göre şekillendiği için dine mesafeli olan kesimler de kendi anlayışlarına göre bir ‘kutsal lider’ bulup ona itaat etmeyi tercih ederler. Yani dindarın da, dine mesafeli olanın da mutlaka itaat edeceği bir lideri vardır.
Doğal olarak bu tür toplumlarda hukuku, özgürlükleri, insan haklarını esas alan bir demokratik sistemin inşası hiç kolay değildir, hatta imkansızdır denebilir…