Muhafazakârlar neyi muhafaza eder?
Hayır, “Tutucu neyi tutar?” gibi saçma sapan bir cümle kurmak aklımdan bile geçmez. Kendimi de tutucu değil muhafazakâr görürüm. Hem muhafazakâr hem de devrimci.
Yirmi yıldır muhafazakâr bir yönetimimiz var… diyorlar. Eh bir milletin de muhafaza edilecek şeyleri vardır. Meselâ bizim bir musikimiz var. Mimarimiz var. Bunlar medeniyet camiamızda sivrildiğimiz alanlar. Edebiyatımız var. Benzersiz bir tarihimiz var.
Mırıldanmadığın müzik senin değildir
Tek tek bakalım, bunları muhafaza ettik mi; nasıl muhafaza ettik.
Tarihçiliği kadar müzikologluğu da öne çıkan, rahmetli büyüğüm ve dostum, Türk Musikisi Ansiklopedisi’nin ve daha nice müzik kitabının yazarı Tahsin Yılmaz Öztuna, Türk müziği için, “Dünyadaki iki klasik müzikten biri.” derdi. Evet… Son yirmi yılda klasik Türk müziği için, Türk müziği hakkında veya ona dayanarak yapılmış bir şey hatırlıyor musunuz? Türk müziğinin nesini, nasıl muhafaza ettiniz?
“Belki hâlâ o besteler çalınır,/ Gemiler geçmeyen bir ummanda.” demişti Yahya Kemal. O, bu mısraları, Itrî’nin kayıp besteleri için yazmıştı. Biz bütün besteleri kaybettik. Yalnız Itrî’nin değil, Dede’nin, Meragî’nin, Hafız Post’un, hatta 20. yüzyıl bestecilerimizin.
Mırıldanamadığın müzik senin değildir.
Bu arada Öztuna, Türk mutfağı için de benzer bir değerlendirme yapardı. Üç mutfak sayardı: Fransız, Çin ve Türk. Bunlar için ne yaptınız? Üzerlerine ejder meyvesi suyu mu sıktınız yoksa?
Mırıldanmadığın nesir de şiir de senin değildir
Mimarimiz için muhafazakâr iktidarımız ne yaptı? Bol bol cami yaptı. Sanat sübjektiftir gerçi ama 21. asrın teknik imkânlarıyla 16., 17. asrın estetiğini yakaladık mı dersiniz? Bırakın yakalamayı, yaklaştık mı?
Yeni yapılar böyle… Peki, eskileri ne kadar koruduk, ne kadar muhafaza ettik? Yirmi yıl önceki İstanbul’unun silueti mi daha yerli ve millîdir, bugünkü mü? Haksızlık etmeyelim, mimariyi, şehirleri koruma konusunda daha önceki iktidarlar da matah değildir. Sık sık düşünüp üzülürüm, Yahya Kemal bugün dirilse, İstanbul için, “Mehtap, iri güller ve senin en güzel aksin/ Velhasıl o rüya duruyor yerli yerinde” diyebilir miydi? Hüngür hüngür ağlardı gibi geliyor bana. Bugün, o mısraların İstanbul için yazıldığını kaç kişi biliyor acaba? Artık Boğaz’a baktığınızda 16., 17. asır İstanbul’unun aksini görebiliyor musunuz?
Edebiyatımızı mı muhafaza edip geliştirdik? Gençlerimiz şakır şakır Fuzulî, Bakî, hadi bırakın bunları Yahya Kemal mi okuyor? Bulgaristan Yazarlar Sendikası Başkanı’nın, “Sizin klasikleriniz nelerdir?” sorusuna, “Bizim klasiklerimiz yoktur.” cevabını veren Melih Cevdet Anday ile günümüz muhafazakârlarının farkı nedir? Bu arada kimsenin Anday okuduğu da yok. Bırakın divan edebiyatını, Nasrettin Hoca’yı bile hızla kaybediyoruz. Karacaoğlan çoktan kayıplara karıştı.
Vezni kaybetmek- ölçüyü kaçırmak
Aruz ki sadece bizde değil, sadece İslam medeniyet dairesinde değil, bütün dünyada vardır; en az eski Yunan’dan beri vardır, artık bizde yok. Sadece bizde yok. Dünyanın geri kalanında var. Klasikleri olanlarda tabi… Fakat bizde hece vezni de yok. Ne demek istiyorum? Şunu demek istiyorum: Şiir okuyanlara dikkat ediniz. Nasıl okuyorlar, daha doğrusu okuyamıyorlar. Vezin bilen kaç kişi kaldı bilmiyorum. Eğer ne demek istediğimi hissetmiyorsanız, siz de vezni kaybettiniz demektir. Başka bir deyişle: Ölçüyü kaçırdınız.
Mırıldanamadığınız şiir sizin değildir. Mırıldanmadığınız düz yazı da.
Tarih kavga aracı oldu. Osmanlı Türk değildi diyenden, keşke Yunan kazansaydı diyene; Müslümanlıktan önce Türk yoktu diye saçmalayana kadar. Türk tarihinin her çağı, Mete’den bugüne, her dönemi bizimdir. Sevabıyla, günahıyla, zaferleriyle, yenilgisiyle…
Müzik, edebiyat, mimari ve tarih. Bunlar, gösterilerek, dinletilerek, okutularak, yeniden, yeniden üretilerek nesillerden nesillere aktarılır. Bu aktarmanın en doğalı içinde yaşanarak öğrenilenidir. Şu veya bu sebepten o artık mümkün olmuyorsa, iş, öğretmenlere düşer. Öğretmenlerim kızmasınlar, ben de onlardan biriyim ama mesela edebiyat öğretmenlerimizin büyük bir kısmının aruz bilmediğini biliyorum. Kabahatleri yok çünkü profesörleri de onlara öğretmedi. Onlar da o musikiyi kaybetti.
Muhafazakârlık, burnunuzu göstermekten utanmak mı?
Tekrar soruyorum: Muhafazakârlarımız neyi muhafaza etti? Peki, teslim olayım: Neyi elinde tuttu? Dev bir miras elimizden kaydı gitti…
Fikir ve duygu fakirliği içinde muhafazakârlığı, nutuk atarken “maşallah, inşallah, Allah yar ve yardımcınız olsun” demeğe indirdik. Bize sporda zafer sevincini yaşatan kadın voleybol takımımıza bakıp, “Nerde o burunlarını göstermekten utanan analarımız.” demeye… Ben analarımızın ve onların analarının, üç bin yıl geriye doğru cümle analarımızın burunlarından utandığını ne gördüm, ne de duydum. İnce yaşmakla bu Cuma seyre çıkanlar da utandıklarından değil, Bizans sarayından kalma modaya uymak için öyle yapardı. Kim bilir, belki böyle söyleyenlerin anası burnundan utanırdı.
Asıl, musikimizi, mimarimizi, edebiyatımızı, üç bin yıllık tarihimizin ruhunu muhafaza edemeyen “muhafazakârlar” utansın.