Alçak gönüllü bilim ve burnu havada cartizm
Bilim alçak gönüllüdür. Sesini yükseltmez. Masaya yumruk vurmaz. Çünkü yanılabileceğini bilir. Çünkü yanlışlana yanlışlana büyümüştür ve daha da yanlışlanacaktır. Rahmetli Mümtaz Turhan Hocamızın, Kültür Değişmeleri kitabında, benim “cartist” dediğim, “Cart kaba kâğıt!” tipi nefsinden emin palavracılar için yazdığı paragrafı aklımdan çıkaramıyorum:
“[O] inandıklarını hakikat, kırık dökük ve irtibatsız müşahedelerini de, realite sanmaktadır. Onda ne ilim adamının müsamahası ne de hakikat karşısında teslim olmaya hazır olma uysallığı vardır.”
Bilimi anlamak için bu hükmün ikinci cümlesine odaklanmalıyız: Müsamaha ve hakikat karşısında teslim olma uysallığı.
ŞEYTANIN AVUKATLARI
Tek tek bilim adamlarının her biri bu efendilikte olmayabilir. Dâhi oldukları hâlde hiç de efendi olmayanlarını, her türlü insanca zaafa düşkünlerini tanıdım. Fakat çoğunluk, alçak gönüllüdür; daha önemlisi kurum olarak bilim böyledir. Böyle olmak zorundadır. Kendi düşündüklerine, söylediklerine şüpheyle bakar; tamam… Fakat bunun da ötesinde her iddiasını, dış dünyayla, yani gerçekle, yani tabiatla denetlemek mecburiyetindedir. Kendi denetlemesi de yetmez. “Denetimin gereklerine uymuş mu, düşünülebilen bütün açıkları kapatmış mı, mümkün olabilecek bütün aksi delilleri araştırmış mı?” diye bakan “şeytanın avukatları”, bilim dünyasının görünmez üst kurullarını oluştururlar.
“Görünmez kurul” deyimini, “görünmez kolej” ile aynı anlamda kullandım. İngiliz Kraliyet Akademisi resmen kurulmadan önce, onu oluşturan bilim adamlarının gayrı resmî ve mektuplaşarak yürüyen birlikteliklerine verilen isim buydu: Görünmez kolej.
Roma Kilisesi, ölmüş bir mensubunun aziz olup olmadığını tahkik için bir jüri seçer. Şeytanın avukatı, bu jürinin görevlendirdiği ve adayın niçin aziz olamayacağının delillerini toplamayla görevli papaza denir. Bir nevi savcı… Diğer jüri üyeleri adayın mucizelerini incelerken şeytanın avukatı, sapkınlıklarını, kötülüklerini ortaya çıkarmaya çalışır; görevi budur.
BİLİM VE BAĞNAZLIK
Bilim dünyasına dönelim. Bir yayın yaptığınızda önce hakemler sizin çalışmanızı didikler. Birinci sınıf dergilere gönderilen yayınların reddedilme oranları yüzde doksanları bulur. Yani dergiye yayımlansın diye gönderilen her yüz makaleden ancak onu kabul edilir. Bu yüzde onun da yaklaşık yarısı, ilk seferde, değişiklik talepleriyle geri yollanır. Çalışmanız yayınlanırsa, daha beter. Hakem nihayet iki, zıtlaşırsanız üç kişidir. Ama yayından sonra uzmanlık alanınızdaki yüzlerce kişi şeytanın avukatı kesilir ve sizi tenkit eder. Bir makale için şurası yanlıştır deyip yayın yapmak ilk yayını yapmaktan daha kolaydır. İlk yayın, kendi ayakları üzerinde durmalıdır fakat yayımlanmış bir makalenin tenkidini dergi, çok saçma değilse, yayımlamak zorundadır.
Bağnazlık bunun tam tersidir. Tahammülsüzlük, çekememe, kendi gibi düşünmeyeni kötü niyetlilikle, hatta hainlikle suçlama… Hakikat karşısında teslim olma da hak getire. Çünkü yobaz ister sol, ister sağ, ister orta yobaz olsun hakikati peşinen bilmektedir. Onun bildiğinden gayrısı nasıl hakikat olabilir ki?
Bizim dünyamızda hoş görü Frederick Starr ve arkadaşlarının “Kayıp Aydınlanma” dediği çağda birkaç asır parlamış. Fakat sonra sönmüş. Bazı İslam düşünürlerinin, mesela İbni Rüşd’ün kitaplarının ancak Latince tercümelerine ulaşabiliyoruz. Çünkü asıllarını Müslümanlar yakmış elhamdülillah. Kitapların tek tek elle yazıldığı devirde kitabın yakılması genellikle eserin sonuydu. Geri çevrilemez bir adımdı. Kitap yakma ve tahammülsüzlük, Orta Çağ Avrupa’sında da bol bol ve sistemli şekilde var. Papalığın. “Index Librorum Prohibitorum” dediği bir yasak kitaplar indeksi tuttuğunu biliyoruz. Liste Voltaire ile başlıyor; Diderot ile devam ediyor.
OTORİTENİN GERÇEĞİNE KARŞI GERÇEĞİN OTORİTESİ
Özetle, geriye çekilip baktığımızda gördüğümüz manzara şu: Bilim adamı ve onun günlük hayattaki izdüşümü olan sağduyulu adam; gerçeği bulmak, yanlış yapmamak için didinip duruyor. Onun karşısında bağnaz, çok yücelerden, kimsenin ulaşamayacağı yücelerden dünyaya basitleştirici bir bakış salıyor ve “Cart” diye bir hüküm atıveriyor.
Yeni bir gelişmeyi; veya kavraması zor biraz daha eski bir gelişmeyi anlatıyorsunuz; tepki şu: “Cart: Yanlış! Çünkü falan büyük adam öyle demişti.” Veya daha beteri: “Cart: Haklısın, çünkü feşmekan adam öyle buyurmuştu.” Bu ikinciyi beni cart metoduyla tasdik edenler için yazıyorum. Çünkü ben onun doğruluğunu falan büyük adam öyle dedi diye anlatmıyorum. Şu anda fikir birliğine varılan çözüm bu diye anlatıyorum. Nitekim dehasından kimsenin şüphe etmeyeceği Albert Einstein da vahim bir hata yapmış, “Tanrı zar atmaz!” diyerek Kuantum Mekaniği’ni yanlışlayan bir makale yayımlamıştı. Ve yanılmıştı. Ne yapsın zavallı Einstein, hatadan münezzeh şıh veya reis değil ki.
Başlarken niyetim bilimdeki ama özellikle sosyal bilimlerdeki yepyeni birkaç gelişmeyi- belki devrimi- anlatmaktı. Yerim kalmadı…
Cartizm’i unuttuysanız şu https://bit.ly/31EcUNv yazıma bir göz atabilirsiniz.