Padişah fermanıyla ‘sultan’ olmak
Şiirle ilgisi hangi seviyede olursa olsun, okur yazar her Türk vatandaşı şair Nedim’in adını duymuştur herhalde. Adını duymuş olmanın ötesinde birçok dizesi birçoğumuzun hafızasındadır. Mesela “Tahammül mülkünü yıktın Hülâgû Han mısın kâfir” diye mırıldananlarımız vardır yeri geldikçe.
Peki, Osmanzâde Tâib ismini duyan kaç kişi vardır, divan edebiyatı uzmanları dışında? Herhangi bir dizesini hatırlayan var mıdır?
Nedim’le aynı dönemde yaşamış bir şair Osmanzâde Tâib. Dönemin padişahı III. Ahmed tarafından “Reis-i Şairan” olarak ilan edilmiş. Bu unvan daha önce -divan şiirimizin en büyükleri kabul edilen- Baki, Nabi gibi isimlerin layık görüldüğü Sultanu’ş-Şuara (veya Melikü’ş-Şuara) ünvanına tekabül ediyor. Bir farkla: Önceki şairlere bu ünvanı devrin diğer şairleri ve (o günün edebiyat eleştirmenleri olan) tezkire yazarları tevcih etmişler; Osmanzâde Tâib‘e ise padişah vermiş!
İyi ama koskoca Nedim dururken başka biri, üstelik padişah fermanıyla nasıl “Melikü’ş-Şuara” veya “Reis-i Şairan” ilan edilebilir?
Kaynaklara göre, Osmanzâde Tâib devrin padişahı III. Ahmet’in oğlu Şehzade İbrahim doğduğunda bir tarih manzumesi kaleme alarak saraya göndermiş. Manzûmeyi çok beğenen Padişah yayımladığı bir fermanla Taib Efendi’yi “Reîs-i Şâirân” ilan edivermiş.
Gerçi kimi edebiyat tarihçileri söz konusu devirde Nedim’in şiirindeki orijinalliğin ve değerin henüz fark edilememiş olduğunu söylüyorlarsa da yaşadığı yıllarda pek çok hayranı ve takipçisinin olduğunu, şiirlerine nazireler yazıldığını biliyoruz.
III. Ahmed’in en çok bilinen yönü sanata düşkünlüğü. İyi bir hattat. Topkapı Sarayının girişindeki meşhur Üçüncü Ahmet çeşmesinin kitabesi bizzat kendi elinden çıkmış. Üsküdar meydanındaki çeşmenin kitabesi de öyle. Sanatçı padişah şair Nedim’i de yakından tanıyordu, şiirlerini biliyordu. Büyük ihtimalle bu şiirlerin değerini anlayabilecek estetik donanıma da sahipti. Ama herhalde hayatta şiirden daha fazla değer verdiği şeyler vardı bir hükümdar olarak. Tıpkı bugünkü siyasetçiler gibi.
III. Ahmed’in babası Avcı Mehmet ise sanatçı değildi, adı üstünde avcıydı. Evliya Çelebi’ye sorarsanız doğduğunda kulağına okunan isim Yusuf’tur ama büyük dedelerinden -hanedanın ikinci kurucusu- Çelebi Mehmet’in adını alması uygun görülmüştür. Ne de olsa kendisi de hanedanın bir anlamda ikinci kurucusu sayılırdı. Onun da hikayesi şöyle:
“Avcı Mehmed”in babası “Deli İbrahim” tahta çıktığında Osmanlı ailesinin hayatta bulunan tek erkek üyesiydi. Ne var ki -önceki günkü yazıda başka vesileyle değindiğimiz üzere- erkek kardeşlerinin ve yeğenlerinin hepsini teker teker ortadan kaldırmış olan IV. Murat, ölüm döşeğindeyken hayatta kalan tek kardeşinin de öldürülmesini ve kendisinden sonra tahta Kırım Hanı’nın geçmesini istemişti.
Kösem Sultan’ın müdahalesiyle IV. Murad’ın emri uygulanmamış, böylece İbrahim Osmanlı tahtına çıkabilmişti. Ne var ki Osmanlı hanedanının devamı yolunda bir başka ciddi engel daha vardı. Yeni padişah çocuk sahibi olabilecek durumda değildi. Meşhur Cinci Hoca’nın uyguladığı “alternatif tedavi” işe yarayıp sağlığına kavuşan Deli İbrahim’in nihayet bir oğlu oldu ve önce Yusuf adı verilen şehzade bilahare Mehmed diye isimlendirildi. Herkes rahatlamıştı, Osmanlı soyu devam edecekti.
Ancak tahta oturduktan sonra psikolojik ve fizyolojik rahatsızlıkları geçsin diye türlü tedaviler uygulanan ve sayısız cariyeyle başgöz edilen genç padişahın gözü bu defa kadınlardan başka şeyi görmez olmuştu. Devlet işleriyle annesi ilgileniyor, kendisi de haremde -terbiyeli bir ifadeyle- sefa sürüyordu. Oryantalist tahayyülde Harem-i Hümayunun, malum şekilde resmedilmesinin sebebi de Deli İbrahim’in dilden dile dolaşan maceralarıdır Osmanlı tarihçilerine göre.
Bu maceralardan özellikle bir tanesi iğrendirici derecede çirkindir ve o günkü yönetici zümrenin tefessüh etmiş ahlakını sergilemesi bakımından ibretliktir.
Devlet otoritesinin ortadan kalktığı, Anadolu’daki askeri valilerin başına buyruk hüküm sürdüğü, yüksek vergilerle halkın ezildiği bir devirden söz ediyoruz…
Koçibey risalelerinin kaleme alındığı sıralar… Hammer’in adlandırmasıyla “Türk Montesquieu’sü”nün önce IV. Murat’a, sonra Deli İbrahim’e sunduğu bu raporlarda devlette yaşanan sıkıntıları rüşvet, yolsuzluk, kayırmacılık ve özetle kötü yönetim olarak gösterdiği, dahası sadakat kriterinin liyakat, bilgi, tecrübe, başarı ve kariyer kriterlerinin önüne geçtiğinden şikâyet ettiği günler…
İşte bu günlerde padişah ve çevresi İstanbul’da yaşadıkları lüks hayatın ve pahalı harcamaların finansmanı için eyaletlerden para istiyor, valiler de hem merkezden istenen parayı hem de kendilerine lazım olanı ahaliden zorla topluyorlardı.
1648’in ramazanında, Naima’nın ifadesiyle, “fiilen Sivas Beylerbeyi” olan Varvarlı Ali Paşa’dan bayram harçlığı olarak otuz bin kuruş göndermesi istenir. “Sivas eyaletinin senelik mahsulü belli, buna düşen vergi miktarı belli” diyen Paşa istenen parayı ödemesinin mümkün olmadığı cevabını verir ama ısrar devam eder. Emir üstüne emirler gelir. En sonunda İstanbul’dan gönderilen görevliyi “Ben bu kadar akçeyi nereden vereyim? Halkın malını alıp yol mu keseyim?” diyerek başkente geri gönderir.
Bunun üzerine konu kapanır ama kısa süre sonra öncekinden daha tuhaf bir istek gelir Saray’dan. Anadolu Beylerbeyi İpşir Paşa’nın Sivas’ta bulunan karısının güzelliğini duymuş olan “Deli İbrahim” bu kadının kendisine gönderilmesini istemektedir. Varvarlı Paşa, padişahın bu isteğini de “Bir Müslümanın nikâhlı karısını nasıl başkasına teslim edeyim?” diyerek reddetti ve yapacak başka şey kalmadığını görüp ayaklandı. Böyle haklı bir davada bütün herkesin de kendi yanında yer alacağını düşündü.
Naima’nın eleştirel bakış açısıyla “…halkı kendine yâr olur sanıp, diledi ki Gâve-i Âhenger’in (Demirci Kava’nın) hâli gibi sahipzuhur olup, bu fesadı âlemden defeyleye... Bu çeşit işler ise imdâd-i semâviye (Allahın yardımına) muhtaç olup isyan ve baş kaldırmakla ilâç kâr eder olmadığını düşünemedi.” (Naima Tarihi, Cilt 4, sh. 1785, Zuhuri Danışman Yayınevi, İstanbul, 1968)
Varvarlı Paşa’nın isyanına destek vereceğini bildirenler arasında eşini padişaha teslim etmediği İpşir Paşa da vardır, doğal olarak. İstanbul’a doğru yürümekte olan Varvarlı’nın ordusuyla birleşmek üzere kalabalık bir askerle ordugaha gelen İpşir ani bir saldırıyla asi paşayı yakalayıp kellesini İstanbul’a gönderir. Varvarlı’nın katledilmeden önce İpşir’e söylediklerini burada yazamayacağım. Merak edenler Evliya Çelebi’den okuyabilirler.
Mamafih ahlak yarışında İpşir mi ipi önce göğüsler Sultan İbrahim mi, karar vermek zor.