Coşkulu bir muhabbet
2005 tarihli “Cevdet Said’le muhabbet, muhabbeti muhabbet” başlıklı yazımı -kısaltarak- paylaşıyorum; üstada rahmet dileklerimle.
Bir grup arkadaş, Şam’da bir otelde, İslam dünyasının yaşayan en büyük mütefekkirlerinden Cevdet Said’le buluşup sohbet ettik. Ne kadar şeref duyduğumu anlatamam. Ta Colan tepelerindeki Bîr-ul Acem köyünden bizim için kalktı geldi. Aslında çok meşguldü. Fakat Kafkas Vakfı’ndan Fethi Güngör’ün referansıyla gittiğimiz Faiz Hoca bizim adımıza telefon açıp görüşme arzumuzu iletince ve heyetimiz hakkında tafsilatlı bilgi verince, bütün işlerini bırakıp geleceğini söylemiş…
Üstad: 75 yaşında fişek gibi bir delikanlı. Öyle enerjik ki, gençliğimizden utandık. El öpme girişimlerimizi çevik hareketlerle boşa çıkardı. Otel lobisine doğru koşar adım ilerlerken kendisine zor yetiştik. Sohbetimizin bir mıy mıy muhabbeti olmayacağı, fırtına gibi geçeceği hemen belli olmuştu.
“Üstad” dedim, “Suriyeli kardeşlerimizle hemhal olmaya geldik. Sizi görüp nasihatlerinizi almadan gitmek istemedik.”
Buluştuğumuz andan beri güzeller güzeli bir gülümsemeyle içimizi ısıtan üstadımız, yüreğini çıkarıp masaya koyarcasına “Ehlen ve Sehlen” dedi; “Siz, kardeşlerinizle kucaklaşmak için ta Türkiye’den kalkıp gelmişsiniz, biz şuracıktaki köyümüzden mi gelmeyeceğiz? Allah hepinizden razı olsun. Ne kadar güzel işler yapıyorsunuz. Biz konuşuyoruz, siz yapıyorsunuz. Sizden çok memnunuz. Türklerden çok memnunuz. Tükler, Ümmet-i Muhammed’in ufkunu aydınlatıyor.”
Türkler Ümmet-i Muhammed’in ufkunu mu aydınlatıyor? Nasıl?
Üstad başladı anlatmaya:
“İslam dünyası, Raşid Halifeler’den sonra diktatörlüğün pençesine düştü. Emeviler, Abbasiler, Osmanlılar, İslam’ın şura prensibini çiğnedi. Babadan oğula geçtiği için İslamî olmaktan çıkan halifeliğin kaldırılması da şura prensibini hayata geçirmeye yaramadı. İslam dünyasının dört bir yanında yeni diktatörlükler kuruldu. 1950 yılına kadar demokrasi namına bir şey görmedik. Demokrasi derken, şura prensibinin uygulanmasını, yani idarecilerin seçim yoluyla iş başına gelmelerini ve halkla istişare halinde icraat yapmalarını kastediyorum. 1950 yılında Türkiye’de bir serbest seçim oldu. Halkın kahir ekseriyetinin oylarıyla başbakanlığa gelen Menderes, Ezan-ı Muhammedi’yi ihya etti. O zaman çok umutlanmıştık. Türkiye yeni bir çığır açıyor, İslam dünyasında halkı hiçe sayan diktatörlüklerin sonu geliyor diye sevinmiştik. Ne yazık ki askerler ihtilal yapıp Menderes’i astı. Bu sefer, Türk halkı şiddete yönelecek, kan gövdeyi götürecek diye koktuk. Fakat, Allah’a şükürler olsun ki Türk halkı itidalini korudu. Sabretti. Yeni seçimleri bekledi. Önüne sandık koyulunca yine sevdiği kimseleri idareye getirdi. Askerler onları da devirdi. Türk halkı yine sabretti. Böyle böyle, badireler atlata atlata, sağ salim günümüze kadar geldi. Geriye dönüp baktığımızda, kuvvetin hakka defalarca üstün gelmiş gibi göründüğünü, fakat gerçekte hakkın mütemadiyen mevzi kazandığını fark ediyoruz. Çok kısa süren başbakanlığı sırasında büyük hizmetler ifa eden Erbakan’dan Allah razı olsun; iktidarının gasp edilmesini nefis meselesi yapmadı, sağduyusunu korudu, halkı şiddete sevk etmedi. Onun ve Türk halkının sağduyusu sayesindedir ki, Türkiye’de demokrasinin önü açıldı ve Erdoğan büyük bir oy patlamasıyla iktidara geldi. Siz Türkler bütün İslam dünyasına itidal ve demokrasi dersi veriyorsunuz. Amerikan askerlerinin Irak’a saldırmak için Türkiye topraklarını kullanması istendiğinde, Erdoğan şöyle demişti: ‘Bu meseleyi halkımızla istişare edeceğiz.’ Öyle heyecanlandım ki, Mecelle dergisinde, Raşid Halifeler’den beri ilk defa Müslüman bir idareci halkla istişare etmekten söz ediyor diye yazdım. Ve istişare lafta kalmadı. Mesele meclise taşındı, halkın temsilcilerine ‘Ne diyorsunuz?’ diye soruldu, onlar ‘Olmaz’ deyince de iş olmadı. Bu tarihî bir hadisedir. İslam dünyasında, asırlar sonra ilk defa, ‘Kuvvet bende, ben ne istersem yaparım, herkes bana boyun eğecek’ demeyen, şura prensibini hayata geçiren, halkla istişare eden bir hükümet görüyoruz. Allah Türklerden razı olsun. Sizin sayenizde İslam dünyasının muazzam potansiyeli harekete geçecek inşaallah. Muhammed İkbal, İtalya’da Mussolini ile görüşmüştü. Mussolini ona şöyle demişti: ‘Sen İslam’ın üstünlüğünden bahsediyorsun, ama biz Avrupalılar bütün İslam ülkelerini ele geçirdik, sömürgeleştirdik. Küçücük Hollanda, kocaman Endonezya’yı idare ediyor.’ İkbal ona şöyle cevap verdi: ‘Siz bütün imkânlarınızı kullanarak, ulaşabileceğiniz en uç noktaya ulaştınız. Biz Müslümanlar ise daha hiçbir imkânımızı kullanmadık.’ Şura prensibine sarılıp fitneyi aştığımız ve halk-hükümet kaynaşmasını sağlayıp güç birliğine gittiğimiz zaman, bütün imkânlarımızı kullanabileceğiz. İmkânlarımızı kullanabilmemiz için özgür olmamız lazım. Zihnimizi ve yüreğimizi dumura uğratan baskının kalkması lazım. İşte Türkler bize bu yolu gösteriyor.”
Grubumuzun yarısı otel dışındaydı. Onlarla bir lokantada buluşacaktık. Üstadı mutlaka görmelerini istiyorduk. Durumu izah edip üstad ve Faiz Hoca’yı yemeğe davet ettik.
CEVDET SAİD: Siz gidin, yemeğinizi yiyin, biz burada bekleriz.
BİZ: Olur mu üstad? Yemek önemli değil. Arkadaşlarımıza haber veririz, hemen buraya gelirler.
CEVDET SAİD: Katiyen olmaz. Yaptığınız programı bozmayın.
BİZ: Ama…
CEVDET SAİD: Rahat olun, biz bekleriz.
BİZ: Mümkün değil. Sizi burada bırakıp gitmemiz söz konusu bile olamaz.
CEVDET SAİD: O zaman şöyle yapalım; biz şimdi gidelim, yarın sabah tekrar gelelim.
BİZ: Ama…
CEVDET SAİD: Sabah yedide burada olacağız inşallah.
BİZ: Zahmet…
CEVDET SAİD: Tekrar gelmekten büyük mutluluk duyacağız. Allah sizden razı olsun.
Sabahleyin bir daha geldi. Bir daha şeref verdi. Yine coşkulu bir muhabbetle konuştu. Sonra da Türkiye’ye cân u gönülden bir selam söyleyerek İsrail sınırındaki Bîr-ul Acem köyüne doğru yola koyuldu. Cenâb-ı Allah, yolunu açık eylesin.