Ankara’da hakimler var
Anayasa Mahkemesi’nin “Bu suça ortak olmayacağız” başlıklı bildiriyi imzaladıkları için cezalandıran 10 akademisyen hakkında verdiği “hak ihlali” kararı çok büyük tartışmalara yol açtı. Hatta iktidara yakın çevrelerce, AYM Başkanı Zühtü Arslan ve “hak ihlali var” kararına imza atan AYM üyeleri hakkında karalama kampanyası başlatıldı.
Ben Anayasa Mahkemesi’nin “hak ihlali” kararının hukuki niteliği ile ilgili görüşlerimi “gerekçeli karar” açıklandıktan sonra yazacağım.
Bugün üzerinde durmak istediğim husus “insan hakları ve ifade özgürlüğü” kavramları gibi oldukça önemli bir konuda AYM’de ’sekize sekiz’ gibi hassas bir dengenin ortaya çıkmış olmasıdır.
“İnsan hakları” gibi dünya hukukunun en gelişmiş dallarından biri olan konuda AYM’den “sekize sekiz” gibi bir denge mi ortaya çıkmalıydı?
En gelişmiş diyorum çünkü AİHM’nin bütün kararları bu konudadır.
Elbette ki böyle bir denge çıkmamalıydı. İnsan hakları ihlali yoksa çoğunlukla red, ihlal varsa çoğunlukla ihlal kararı çıkmalıydı.
Ancak ben de AK Parti eski MKYK üyesi ve AYM eski raportörü Prof. Dr. Osman Can gibi içinde bulunduğumuz siyasi atmosferin göz ardı edilmemesi gerektiğini dolayısıyla AYM’den çıkan bu kararın oldukça kıymetli olduğunu düşünüyorum.
Sayın Can sosyal medya hesabından yaptığı açıklamada şöyle dedi:
“Anayasa Mahkemesi’nin bu kararı hangi şartlarda aldığı, heyette hangi mücadelelerin verildiği, hangi hukuki argüman ve pozisyonların yarıştığı ve içinde bulunulan zorlukları dikkate aldığımda, Mahkemeyi takdir ediyorum, kolaylıklar diliyorum.” (26 Temmuz)
Evet, AYM’nin bu kararı tam da bu yüzden böylesi bir ortamda verildiği için kıymetli.
Evet, AYM Başkanı Zühtü Arslan ve sekiz üye “ihlal var” kararına imza attıklarında başlarına gelecekleri biliyorlardı. Nitekim günlerdir “AYM Başkanı Zühtü Arslan’dan PKK destekçilerini sevindiren skandal karar” başlıklı haberler yapılıyor, gazete köşelerinde yazılar kaleme alınıyor.
Kara propagandanın hedefine AYM Başkanı Zühtü Arslan’ın oturtulması boşuna değil. AYM’nin “hak ihlali var” kararını Başkan sıfatıyla geçerli kılan Sayın Arslan’ın oyu oldu. Çünkü AYM Genel Kurul görüşmelerinde kararın eşit çıkması durumunda AYM Başkanının bulunduğu tarafın görüşü kabul ediliyor.
Diyelim ki AYM 10 akademisyenin bireysel başvurusunu gündeme bile almasaydı, sumen altı etseydi ya da diyelim ki AYM’den oy birliği ile “hak ihlali yok” kararı çıksaydı…
Ne olacaktı? Anayasa Mahkemesi AK Parti’ye iyilik mi etmiş olacaktı? AK Parti’ye iyilik yaptığı zaman Türkiye’ye de iyilik yapmış mı olacaktı?
Bu dava Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne gitmeyecek miydi?
Gidecekti ve AİHM “hak ihlali” olduğuna hükmedecekti...
AİHM’ye gitselerdi
Hükmedecekti çünkü Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nde ifade özgürlüğü, sadece müspet karşılanan, zararsız haber ya da düşünceleri değil, aynı zamanda ‘devleti şok eden, inciten, rahatsız eden’ düşünceleri de kapsıyor.
AİHM ifade özgürlüğü kapsamındaki bütün başvuruların neredeyse tamamında “hak ihlali” kararı vermiştir.
Bu bağlamda “Castells Davası”, “Lingens Davası”, “Oberschlick Davası” ve “Sunday Times Davası”nın en iyi örnekler olduğunu söylemek mümkün.
***
Bir İspanyol vatandaşı olan Miguel Castells, avukatlık yaptığı San Sebastian’da ikamet etmektedir. Olayın geçtiği sırada, Bask Bölgesinin bağımsızlığını savunan bir siyasal parti olan Herri Batasuna’nın listesinden seçilmiş bir senatördür.
Ve aynı zamanda haftalık “Punto y Hora de Euskalherria” dergisinde yazılar kaleme almaktadır. 4–11 Haziran 1979 tarihli sayısında, “Muafiyet Rezaleti” başlıklı bir makale yayınlar. Bu makalede ülke içerisinde yapılan saldırılardan ve ölümlerden hükümetin birinci dereceden sorumlu olduğunu yazar. Der ki “... yukarıda sözünü ettiğim faşist örgütlerin, devlet cihazından bağımsız bir varlığı olabileceğine inanmıyorum. Başka bir deyişle, onların gerçekten var olduklarına inanmıyorum. Bütün bunlar değişik rozetlere rağmen, bunlar hep aynı kişiler. Bu eylemlerin ardında, sadece Hükümet, Hükümet Partisi ve onların adamları olabilir. Bask muhaliflerinin insafsızca avlanmalarını ve ortadan kaldırılmalarını, giderek daha fazla politik bir vasıta olarak kullanacaklarını biliyoruz.”
Dönemin İspanya hükümeti dergiye ve Miguel Castells’e dava açar. Açtığı davayı elbette kazanır. Dergi ve Castells ağır tazminata mahkum olur.
AİHM Castells Davası’nda “hükümetin medyadaki haksız saldırı ve eleştirileri başka yolla önlemek varken, işgal ettiği hakim pozisyonu dolayısıyla ceza davası açarak önlemeyi tercih etmesini aşırılık olduğu değerlendirmesini yaparak ifade özgürlüğünün ihlal edildiği tespitini yapar.” ( 23 Nisan 1992: Başvuru No: 11798/85)
AİHM verdiği kararda “Hükümetin daha fazla eleştirilebileceğini, devletin mevcut düzeninin sorgulanabileceğini” yazar.
Yine Avusturyalı bir gazeteci Başbakan’ı Nazilikle suçlar. Başbakan gazete aleyhine dava açar ve tabii ki kazanır. Gazete de yazarı da tazminata mahkum olur. Lingens Davası olarak bilinen bu dava hakkında AİHM yine gazete ve gazeteci hakkında “ihlal olduğu” tespitini yapar.
Oberschlick Davası ve Sunday Times Davası da aynıdır. Dört davanın dördünde de gazeteler ve gazeteciler kendi ülkelerinden mahkum olmuşlar ve AİHM bu davaların tamamında “politikacılar daha sert söylemlerle eleştirilebilir” demiş, “haber dili abartılı ve provoke edici olabilir” demiş ve başvuruların tamamında“ihlal var” tespitinde bulunmuş.
Barış akademisyenleri AİHM yoluna gitmiş olsalardı bu davalardan daha farklı bir sonuç çıkmayacaktı. Ve bir kez daha Türkiye’nin hukuk devleti itibarı sarsılacaktı. Türkiye’nin bir kez daha “demokrasi”, “temel hak ve özgürlükler”, “hukuk” algısı zarar görecekti.
Kendimize soralım: Devletin hukuk devleti itibarının sarsılması mı, yoksa bir miktar akademisyenin etkisi çok sınırlı bildirisi mi ülke için daha ciddi bir sorundur?
“Hak ihlali yoktur” kararına imza atan AYM üyeleri AİHM içtihatlarına uygun hareket etselerdi yine “ihlal yok” derler miydi, bilmiyorum.
Yargı ve ifade özgürlüğü
Yargı kurumlarının ifade özgürlüğünün geliştirilmesine katkı sağlamaları gerekir. Bütün dünyada böyledir. Ancak Türkiye’de yargının düşünce hürriyetinin geliştirilmesine katkı sağladığını ve bu konuda duyarlı olduğunu söylemek mümkün değil.
İşte bu yüzden Anayasa Mahkemesi’nden 8’e 8 olarak çıkan bu karar önemlidir. Bu karar ülkemizde hala evrensel hukuku üstün tutan hakimlerin var olduğunu gösterir.
Bu bildiriyi eleştirmek elbette mümkündü: Entelektüel etikle bağdaşmayan, körü körüne iktidar düşmanlığı yapan, AİHM’nin “terör örgütü” olarak tescil ettiği PKK hakkında ucundan kıyısından hiçbir eleştiri getirmeyen, PKK’nın kanlı eylemleri hakkında tek kelime dahi etmeyen, AK Parti hükümetini haksız yere güneydoğuda “kasıtlı ve planlı kıyım” yapmakla suçlayan bu bildiriyi en sert sözlerle ve en ağır ifadelerle kınamak AK Partinin hakkıydı.
Böyle düşünen herkesin hakkıydı.
Ama bu kadar.
Ama bu kadarı olmadı. Bildiriye imza atanlar mesleklerini kaybettiler, disiplin cezalarına çarptırıldılar. Gözaltına alındılar. Aralarında tutuklananlar oldu. Bir kısmı hakkında uzun hapis cezaları istendi.
Doğrusu, tutuklamamaktı. Zira tutuklamakla, ardından bir yığın mağduriyetler yaralamakla, Türkiye dünyada insan haklarını ihlal eden bir ülke olarak tanıtıldı, üç yıldan fazla konu gündemde kaldı… Unutulup gidecek bir bildiri, tutuklama ve diğer mağduriyetlerle, benzerlerinin de eklenmesiyle, Türkiye’nin insan hakları karnesinde kırık nota dönüştü, ülkenin itibarına zarar verdi.
Neyse ki “Ankara’da hakimler var”, hukuka da Türkiye’nin itibarına da büyük katkıda bulundular.