AK Parti kurucu ayarlarına dönebilir mi?
31 Mart seçimlerinin AK Parti açısından sarsıcı boyutu, sandıktan aritmetik üstünlükle çıkarken aynı derecede tahribat almış olmasıdır.
Öyle ya, Ankara ve İstanbul’un kaybı AK Parti için üzerinde çokça düşünülmesi gereken bir konudur.
***
AK Partili seçmen kitlesinin bir bölümü ya sandıklara gitmeyerek, ya bilinçli bir şekilde geçersiz oy kullanarak ya da ilçe belediyelerinde ve belediye meclisi seçimlerinde tercihini Cumhur İttifakı’ndan yana yaparak, AK Parti için ne anlama geleceğini bildiği halde, Türkiye’nin özellikle beş büyük prestij şehrinde yönünü Millet İttifakı’na çevirerek ciddi bir uyarıda bulundu.
AK Parti’nin tarihinde bu kadar asıldığı, kazanmak için bütün her şeylerini ortaya koydukları, seçmene “kulağımızı şimdi çekmeyin lütfen” dedikleri başka bir seçim yok.
Kaldı ki, AK Parti, 31 Mart seçimlerinin kendileri için çok çetin geçeceğini biliyordu. Cumhurbaşkanı Erdoğan, partisinin başına geçer geçmez 31 Mart seçimlerinin startını verdi. Sayın Erdoğan, partisinin il teşkilatlarına yaptığı istisnasız bütün ziyaretlerde, tabanlarının kendilerine “çeki düzen ver” dediğini dile getirerek “gereğini yapacağım” dedi.
“2019 seçimlerine iyi hazırlanmamız gerekiyor. Önümüzde çetin bir mücadele var. İl ve ilçe teşkilatlarımızı gözden geçireceğiz. Çünkü ortada bir metal yorgunluğuna uğramış, dolayısıyla bu mücadeleyi taşıyamayacak kadrolar mevcut. Bunları değiştirmemiz gerekiyor.” (30 Mayıs 2017) Nitekim “tabana” taleplerinizi yerine getiriyoruz mesajı verilerek, teşkilatlar yenilendi. “Şu, şu isimler metal yorgunu” denilerek görevlerinden alındı. Buna halkın oylarıyla seçilen belediye başkanları da dahil edildi.
Velhasıl AK Parti, “bu kez çantada keklik olmayacak” dedikleri, 31 Mart seçimleri için çalışmaya 2017 yılında başladı.
Bütün bunlara rağmen işler yolunda gitmedi. Anketler, seçim arifesine kadar Ankara, İstanbul’da işlerin yoluna gitmediğini gösterdi. Cumhurbaşkanı Erdoğan seçim kampanyasının son üç gününü İstanbul’a ayırarak ilçe ilçe dolaştı.
Ancak olmadı.
AK Parti’nin masasında duran acı gerçeklerden birisi de, sandıktan çıkan aritmetik üstünlükte ittifak ortağı olan MHP’nin oylarının dahil oluşunun ötesinde, oylarını sadece muhalefete değil, müttefikine de kaptırdığı realitesidir.
Kızılcahamam’da yaptığı açıklamada, partilerinin oylarının yüzde 19’a yakın olduğunu söyleyen MHP Lideri Devlet Bahçeli’ye AK Parti’den bir cevap gelmedi.
“Partimizin oy oranını yüzde 7.4 göstermek haksızlıktır. Bizim aldığımız oy oranı yüzde 18.81’dir.” (13 Nisan)
Soralım o halde: AK Parti bu tabloyla neden karşılaştı:
AK Parti tabanı, 13 yıl boyunca kendisiyle yarışarak taşıyıcı bir güç haline gelen, reformcu ve özgürlükçü politikaları nedeniyle bir dönem oy oranı yüzde 50’ye ulaşan partisini görmek istiyor olabilir mi?
Son zamanlarda, AK Partililer arasında “bu vaktiyle gönül verdiğimiz, gurur duyduğumuz parti değil” serzenişlerinin duyulmaya başladığı bir gerçek.
AK Parti, özellikle son beş altı yıldır gerek iç siyaset alanında kullandığı dili ve üslubu nedeniyle gerekse ekonomi ve dış politika yönetiminde izlediği yöntemler sebebiyle, toplumun genelinde olduğu kadar artık AK Parti tabanında da tepki ve eleştiri sebebi oluyor.
Buna rağmen AK Parti yönetimi bu algıyı yönetme konusunda çok istekli ve başarılı olamadı. Verdiği fotoğraf buydu...
Bu bağlamda, AK Parti’nin pırıltılı olduğu dönemlere büyük katkıları olan, AK Partinin içine çöreklenmiş çetenin bildirisiyle görevinden ayrılmak zorunda bıraktırılan eski Başbakan Ahmet Davutoğlu’nun manifestosundaki uyarılara kulak vermelidir. AK Parti bu konulara odaklandığında Türkiye ittifakının buluştuğu parti kimliğine kavuşabilir.
Sayın Davutoğlu’nun açıklamasından ben öncelikli olarak şu satırların altını çizdim:
* AK Parti, öncelikle siyasi ahlakın temelini dokuyan ilkeler ve değerler konusunda toplumsal vicdanla buluşmasını engelleyen, benmerkezci kibirli dilden kurtulmalıdır.
* Temel değerler ve ilkeler düzeyinde yaşanan savrulma siyasi söylemimizi doğrudan etkilemiştir. Son yıllarda partimizin insan-odaklı, insan haklarına dayalı, özgürlükçü, reformcu, kuşatıcı, kendinden ve geleceğinden emin siyasi söyleminin yerini devletçi, güvenlikçi, statükocu ve salt beka endişelerine dayalı bir söylem almıştır.
* Hukuk güç biriktirme alanı değil, gücü denetleme ve ahlaki çizgiye getirme alanıdır. Yargının kontrol altına alınması çabası hangi gerekçeyle ve kim tarafından yapılırsa yapılsın en büyük suç olarak görülmelidir.
* Bir hakim ve savcı hüküm verirken ya da iddianame hazırlarken davanın mahiyeti ve nihai adalet ölçüsü dışında hiç bir kaygı taşımamalı ve hiç bir müdahale veya telkine maruz bırakılmamalıdır.
* Türkiye’nin sivil, demokratik ve bütüncül bir anayasa ihtiyacı her zamankinden daha fazladır. Sistem değişikliğini içeren son anayasa değişikliği paketinin TBMM’ne sunulmasından hemen sonra kaygı ve önerilerimi sözlü ve yazılı olarak Sayın Cumhurbaşkanımıza da arz etmiştim. Üzülerek belirtmeliyim ki yeni sistem, hem yapılanması hem de uygulama tarzı itibariyle milletimizin beklentilerini de karşılamamaktadır.
* Kuvvetler ayrılığını garantiye almak üzere, yasama erki yürütme ve yargı erkleri karşısında dengeleyici bir otonomiye sahip kılınmalıdır..
* Cumhurbaşkanının parti üyeliğine sahip olması bir sorun teşkil etmemekle birlikte genel başkanlık görevinin de aynı kişi tarafından yürütülmesi hem devlet işleyişi hem parti kurumsallaşması açısından sakıncalar doğurmaktadır.
Bütün bunlarla birlikte aslında AK Parti ‘ahlaki üstünlüğünü’ yitirdi.
Sayın Davutoğlu’nun kaleme aldığı, ülkenin sorunlarına dair tespitler ve önerilerden oluşan manifestosunu önümüzdeki günlerde de yazmaya devam edeceğim...