Yazının yüzü şairin sözü
Erdemli bir insan/ şair, dünyaya ihtiras ve açlıkla saldırmaz; çünkü bilir, nihayetinde kendine yâr olmayacaktır. Ne dünya ona yârdır, ne de o dünyaya yâr olabilir!.. Nafile bir çabadır bu! O saldırmaz ama dünya ona saldırır, kendine ayak uydursun, bağlansın ister…
Yazının yüzü ya da şairin gözü, ilkin dünyaya dönüktür. Başka ne ile anlatabilir ki zaten duygularını?.. Elbette kendisine bahşedilen ‘şey’lerin isimleri, fiilleri ve sıfatlarıyla sınırlıdır dili. Evvelâ buradan alır alacağını. ‘Söz’ünü sadece gölgelerle inşa edecektir.
***
Lâkin dünya karşısında iki türlü sanatkâr vardır ya da İsmet Özel’in “İnsanlar/ Hangi dünyaya kulak kesilmişse öbürüne sağır” dizelerinde dediği gibi, şairin önünde farklı dünyalar durur. Bir seçim yapacaktır. İşte bu noktada “hangi dünyaya kulak kesildiği” veya hangi dünyaya kulak tıkadığı hayatî önem taşır. Gerçek şiir/ şair de bu noktada belirir. Şair ya fani bir hevesle dünyaya bağlanacak, Karakoç’un deyişiyle kendini baştan çıkaran “kesik dans”a, ölümcül şaraba kanacak, bu dünyaya övgüler düzecek ya da başkaldıracak, kuşatıldığı ‘kafes’e –ki Namık Kemal buna ‘ten kafesi’ der- tekmeler savuracak, “fizikötesine bir çıkış noktası” arayacak, fâni olandan vazgeçip bâki olana tâbi olacak, Tanrı’nın kendisine ezelde üflediği ‘fıtrî ahlâk’tan güç alıp, eserini bu saf ruh ile yazacaktır. Birincisinin işi kolaydır; dünya döner, zaman akar ve değişir, o da döner, o da uyar zamana… Şiirini bu dönüşe uydurur, ‘şey’lerle kurar, ‘şey’lerin geçici güzelliğiyle yetinir, sanatkârlığa değil de virtüözlüğe özenip lafız hünerleriyle oyalanır ve şiirin zahirî boyutunda sıkışır kalır. Oysa ikincisinin işi hayli zordur. Dünya döner, mevsimler ve renkler değişir, ama o dönmez. İşte bu sebeple saldırıya uğrar. Çünkü dünya, sadece kendisini taklit etmesini, sadece kendisine tâbi olmasını ister ondan. Lâkin sanatkâr direnir; “ısmarlama bir hayatı” bırakıp, kendine “bir acı kök tadı” seçer. Bu şevkle, gözlerini şeylerin özüne diker, karanlığı delen bakışıyla lafızların kabuğunu kırar, nesneye diz çöktürür, gölgeyi izleyerek sahibini bulur; işte şiirde soyutlama dedikleri budur!
***
Yukarıda yazının yüzü ve şairin gözü doğal olarak ve mecburen dünyaya bakar, demiştim. Bu sebeple ‘şey’lerin gölgesi düşer yazının yüzüne. Şairin sözü ise gölgenin asıl sahibinin peşindedir. Dünyaya karşı aldığı tavırla, eşyanın, lafzın direncini kırmış, kabuğunu soymuş, tabiri caizse mana incisini bulmuştur. Bundan dolayı yazının yüzüyle şairin sözü aynı değil!.. Şairin sözü, yazının yüzünün çok derinlerinde. Nitekim Yunus’un “Bizim sevdiğimiz Hak’dır bu halka göz ü kaş gelir” dizesinde ifade ettiği üzere, yazının yüzüne vuran “göz ü kaş”, oysa şairin sözü “Hak”! Lâkin okurun –halkın- gözüne çarpan ilkin ‘yazının yüzü’dür, eğer ehl-i dil ise ‘şairin sözü’nü görür ve anlar, değilse yazının yüzünde dolaşıp durur…
***
Hasılı kim, neyi ararsa ona yürür: Kuşlar, ‘Simurg’a, Aşk, ‘Hüsn’e, Yunus “bana seni gerek seni” dediği Allah’a… Ama her yürüyüş, Yunus’un “isteyene ver sen ânı” dediği üzere aynı zamanda bir vazgeçiş ve rettir! Bu bağlamda yazmak da bir vazgeçiş içerir. O hâlde ey şair/ yazar, “Sen, nereye yürüyor, neye kulak kesiliyor, neyden vazgeçiyor, neyi istiyorsun?.. Ezelle ebet arasında, ömür denilen biçilmiş süreçte, doldurman gereken bir boşluk var. Madem “şiir hoşumuza giden bir şey değildir, boşumuza gelen bir şeydir.” (İsmet Özel, Şiir Okuma Kılavuzu, s. 151). Bu boşluğu ne ile dolduracağını, ne söyleyeceğini, ne anlatacağını bil!.. Ya lafızda kal, ya manaya dal!..