Tanpınar, ramazan ve ‘halk İslâmı’…
Ramazandayız ya!.. Tanpınar’ın “Mahur Beste”sindeki din ve ramazanla ilgili satırlar geldi aklıma. Mühim ve nazik mesele; konunun dinî, siyasî/ sosyal boyutları var. Hatta derine dalarsak, Divan şiirindeki rint-zahit, medrese-tekke tartışmalarına, Kadızadelilere, sonra kendini “İslâm medeniyeti”nin, M. Âkif’i “İslâm akâidi”nin şairi gören Y. Kemal’e –ben böyle görmem, ama bu başka bir yazıya kalsın- , yine onunla Babanzade A. Naim arasında “Bir Rüyada Gördüğümüz Eyüb” yazısından dolayı çıkan polemiğe, bundan hareketle İslâm’ı “medeniyet” ve “akaid” bağlamında iki daireye ayıran ve Yahya Kemal ile Âkif’i bu bağlamda değerlendiren eleştirmenlere; hatta bu yazıdaki fikirlerden dolayı bize itiraz edecek “fıkıh ulemâsı”na rast gelmemiz muhakkak… Gerçekten mevzu derin ama, bu köşe de “korner köşesi” kadar!..
Yine de orta yapacağım!.. Ama biline ki, benim derdim ne gol atmak, ne attırmak, sadece orta yapmak!.. Zaten bu mevzu, gol atmaya müsait değil; çünkü zemin ağır, bir de iki kale de bizim; yani gol atarsak, her hâl ü kârda kendi kalemize atacağız. Efendim, galiba söz uzadı, en iyisi sadede gelip orta yapayım. Tanpınar’ın “Mahur Beste”sinde, otuz sene kadılıklarda, Fetvahanede çalışmış İsmail Molla, arkadaşlarıyla hayat ve din hakkında sohbet ederken şu mühim sözleri söyler:
“En çetin fıkıh meselesini, hazırladığım bir fetva ile hallettiğim bir günün sonunda, evimin kapısında yanlış yunluş bir Arapça ile dua eden, abani sarıklı bir kör dilenciye gıpta ettim. Onu Allah’a daha yakın buldum.” (s. 124)
***
Buradan benim çıkardığım sonuç şu: İlim önemli elbet; ama “Bilmek, bulmak değil!” Tıpkı Mustafa Kutlu’nun “Sır” hikâyesinde ciltlerce kitap yazıp “bulamayan profesör” gibi. Fuzulî de aynı şeyi söylüyordu: “Aşk imiş her ne var âlemde/ İlim bir kîl u kâl imiş ancak”… Hâsılı, Molla diyor ki, aslolan hayattır, kâl değil hâldir, bazen bir dilenci, Allah’a bir fakîhten daha yakın olabilir!
Tanpınar, burada, aslında dinin sadece ilim ve fıkıhtan ibaret olmadığını, bunun bir de hayata, halka yansıyan şeklinin bulunduğunu söylüyor. Buna “halk İslâmı” (Volk İslâm’ı) diyorlar… Daha çok gelenek/göreneğe ve sözlü kültüre dayanan ritüellerden ibaret bir dinî yaşayış bu. Camilerin mahyalarla süslenmesi, iftar topu, sahur davulu, maniler, bayramda verilen mendil bahşişleri vs… İşte bu, halkın hayatına akseden İslâm’dır. Tanpınar, “İki yüz yıl bu memleketin hayatına karışmış, yaşayan dedelerimden bana miras kalmış bir Müslümanlık.” derken bunu kastediyor ve halk içinde asıl bu İslâm’ın yaşadığını/ yaşatıldığını söylüyor. Dolayısıyla, “memleketin hayatına karışmış” bu Müslümanlığı; “Bize ulûhiyetin çehresini veren Hamdullah’ın yazısı[nı], Itrî’nin tekbiri[ni], kim olduğunu bilmediğimiz bir işçinin yaptığı mihra[bı]” (s. 124) silip atamazsınız…
***
Hâsılı, fıkıh elbette lâzım; ama din sadece kanunlardan ibaret değil! Gelelim son söze!.. İsmail Molla, bir gün Fetvahane’de çalışırken, arkadaşlarından biri; “Bu arabalı, feraceli, fenerli ramazan gezintilerini[n]”, “fısk u fücur menbaı” olduğunu ve yasaklanması gerektiğini söyler. Molla ise, bunlar “ramazanın ta kendisidir.” (s. 125) diyerek itiraz eder ve şöyle cevap verir:
“Ramazan eğer halkın hayatına ait, eğer Müslümanlık halkın ise, bırakın istediği gibi onu geçirsin, ona kendi istediği şekli versin. Yok sizin ise, siz kendinizi bu memleketin dışında bir şey sayıyorsanız, ramazanınızı da, bayramınızı da alın gidin.” (s. 125)
Neticede, dinin bir fıkhî cephesi var elbet; ama bir de “halkın yaşattığı güzel örfler” var. Fıkıh, âdil bir terazidir, “kılıç” değil!..
Hayırlı ve huzurlu bir Ramazan dileğiyle…