Su insanı yakarmış!
Çocukluk dönemindeki yaşantılar, anne ve babayla ilişkiler insanın ruhunda kalıcı izler bırakıyor. Berkun Oya, “Cici” filminde bence tam da buna parmak basıyor.
Başta söyleyeyim, “Cici” son yıllarda izlediğim en iyi Türk filmlerinden biriydi. Bir kere fonda, doğada, evde, karakterlerde, diyaloglarda, türkülerde Anadolu’yu kuvvetle teneffüs ediyorsunuz ve doğal hâliyle. Çünkü inşa etmeyi amaçlayan bir film değil “Cici”.
Biliyorsunuz bir dönem Marksist ideoloji Anadolu’yu zengin-fakir, ağa-köylü çatışmasına indirgeyerek kendince şematize etmişti. Diğer cephe de ‘Anadolu irfanı’ söylemiyle bir antitez ortaya koydu. İkisi de Anadolu’yu ve insanı ıskalayan inşacı bir anlayışın ürünü. “Cici”de Anadolu, bir teze veya antiteze sahne olarak kullanılmıyor.
Önce teknik! Kurgu tekniği oldukça özgündü. Bunu düşünürken Cemil Meriç’in “Hayatın maddî olaylarıyla ancak kronoloji yapılabilir. Kronoloji: Aptalların tarihi.” (Bu Ülke, İletişim Yay., 2017, s. 239) sözünü hatırladım. Berkun Onay, iyi ki hayatın maddî olaylarına odaklanmıyor ve iyi ki kronolojiye uymuyor. Çünkü zihin, kronolojik işlemez. Ama Haşim’in deyişiyle âdi mantık, kronoloji arar. Türk sineması ne kadar seviyordu ‘uygun adım yürüme’yi.
Filmde iki farklı zaman düzlemi var. İlk düzlem, baba Bekir’in ölümüne kadar süren geçmiş zaman. İkinci düzlem, filmin çekilmeye başlandıktan sonraki zaman dilimi: Artık çocuklar büyümüş, anne-baba olmuş, torunlar yetişmiştir. Ama her iki bölümde de ani sıçramalarla çeşitli sahneler parlayıveriyor gözünüzün önünde. Bu atlamalar, geriye dönüş veya ileriye gidişler, filmdeki ruhsal atmosferi pekiştiriyor. Ayrıca aniden araya konan müzik veya marşlar, izleyende bir şok, bir ruhsal etki yaratıyor. Meselâ Cemil’in Saliha’nın kalbine eliyle dokunurken birden “Korkma söönmeezz bu şafaaak…” diye İstiklâl Marşı’nın başlaması gibi. Marş, bir anda epik işlevini yitirip aşka evriliveriyor. Titriyorsunuz! Kalbe dokunurken koorkmaa diye yükselen bir ses. Evet korkma!..
Başta biraz ipucu vermiştim, “Cici” temelde Anadolu’nun sosyal hayatını ya da sorunlarını dile getirmeyi amaçlayan alışılmış bir film değil. Onu diğer Anadolu filmlerinden ayıran en önemli özellik, ferde ve onun ruhsal dünyasının derinliklerine yönelmesi. “Cici”nin ilk zamansal düzlemindeki hikâye, sonradan ortaya çıkan birtakım ruhsal travmaların açıklaması, sebebi âdeta. Anne Havva’nın ve çocuklarının -Cemil’in de- yaşadığı psikolojik sorunlar, hep bu dönemin ürünleri. İkinci düzlemdeki hikâye ise ilk dönemin -çocukluk evresinin- sonucu denebilir ve kanaatimce film çekme silsilesi, aile fertlerinin geçmişiyle yüzleşmesini ve travmaların gün yüzüne çıkmasını sağlıyor. Bir anlamda geçmişteki çeşitli olaylar yeniden yaşatılarak ve hatırlatılarak yaralar deşiliyor.
Bu bağlamda karı-koca (Bekir ile Havva) arasındaki mutsuzluk, sert bir babanın çocuklar üzerinde yarattığı korku, Cemil’le Saliha arasındaki bir türlü söylenemeyen aşk ve en önemlisi Havva’nın yaşadığı suçluluk duygusu, Anadolu’da yaşayan bir ailenin ruhsal problemleri olarak hikâyeye yayılıyor. Tıpkı baba Bekir’in tv karşısında kanepeye yayılması gibi… O oturuş otoritenin ve hâkimiyetin sembolüydü âdeta.
İnsanı, üstelik evrensel insanı -ama Anadolu’daki- içten kavramak önemli; elbette kendi türküleri, şarkıları ve dili içinde. Dil deyince Bekir’in, Cemil’in amcasıyla konuştuğu sahneyi hatırlıyorum, müthiş, doğal bir diyalogdu. Ya torun Naz’ın konuşmaları?.. Genç kuşağın yer yer ironikleşen ama asla rahatsız etmeyen dili, büyük değişimi ne güzel yansıtıyordu.
Hayat bir film Bekir, senin kameran oğluna, oğlundan da torunun Naz’a, elden ele… Senin kamerana yansıyan hikâye sertti, oğlununki hüzünlü, torununa acının tohumunu keşfetmek düştü. Ve su insanı yakıyormuş, gördük!..