Şiirimizde modern kent sancısı
Türk edebiyatında ‘modern kent’ teması çok işlenmiştir. Ama meseleye bakış, devre göre değişiyor. Mesela Tanzimat’ta Namık Kemal “Terakki” başlıklı makalesinde yüksek binalar, okullar, arabalar, vapurlar ve fabrikalarla dolu Londra’ya hayranlıkla bakıp, İstanbul’un da böyle bir şehir olmasını, böyle bir kentte yaşamayı arzu eder. Ama Cumhuriyet’ten sonra, modern kent hayranlığı yerini, modern kent sancısına bırakıyor. Mesela Behçet Necatigil, “Eski Sokak” şiirinde, eski şehrin ve ahşap evlerin yıkılıp, yerine apartmanların dikilişini hüzünle seyreder:
“Küçük ahşap bir dizi evlerdi
On yıl önce o sokak
Sonra geniş caddelere çıktık
Apartıman… sizden uzak…”
Şiirimizde modern kentten en çok bunalan şairlerden biri de Turgut Uyar. Uyar, bu kentleri hiç sevemez; “Büyük Ev Ablukada” adlı şiirinde “Bakın bu şehri ben kurdum ben büyüttüm ama sevemedim” der. Çünkü “şehri uğultularla dolduran namussuz [bir] kalabalık[tır]”. Çünkü bu kentler bizi; “tutkulara (…) otobüse sosise buzdolabına/ Telefona sinemalara radyolara bir sürü kancık sevdalara/Sürü sürü mutsuz alışkanlıklara/ Yalana dolana…” çağırmaktadır. Çünkü “ modern kentlerde yaşayan insanların “ elleri ayakları sinemalara/ (…) genel helâlara…” bulaşmış, “…para saymaktan/ cıvatadan, balatadan, üremesiz kadın okşamaktan” yıkılmıştır. Bu kentlerde, “her köşe bir tuzaktır”, insanlar beton duvarlar arasına kapanıp kalmıştır, oysa “güçlü dağları görmenin zamanıdır.” Hasılı şair, şiirlerinin çoğunda modern kentlerde yaşayan insanın bunaltısını ve doğaya kaçma arzusunu dile getirir. Meselâ “şehir ihanet gibi” karşıda dururken “Ah tarlalar tarlalar” diye iç geçirir, “Göğe Bakma Durağı”nda bir an nefes almak, “Geyikli Gece”lere sığınmak ister…
***
Edebiyatımızda İslâmî kaygılarla eser veren şairlerde de var bu sancı! Meselâ “Şehrin Kalbi” şiirinde Necip Fazıl; “Nur yolunu tıkıyor yüzbir katlı gökdelen” diyerek, gökdelenleri “nur yolunu” tıkayan bir yapı olarak görüyor. Aynı şekilde modern kentlerde Allah’ı bulmanın zor olduğunu, “Şehirlerde tabanım değil, yüreğim yarık/ Nur beldesine nerden gidilir, söyle çarık” mısralarıyla dile getiriyor. Dolayısıyla bu çarpık kentleşmeye dinî bir refleksle karşı çıkıyor. O da pek çok şair gibi, “Uzansan göğe ersen/ Cücesin şehirde sen/ Bir dev olmak istersen/ Dağlarda şarkı söyle” mısralarında görüldüğü üzere modern kentlerden kaçıp doğaya sığınmak istiyor…
Dinî kaygılara sahip şairler arasında modern kent sancısını en derinden duyan şair Sezai Karakoç’tur kanaatimce. Ona göre her medeniyetin –dolayısıyla İslâm medeniyetinin de- kendine özgü bir şehri vardır. Şair, İslâm medeniyetinin kurduğu şehirlere ‘erdemli şehir” veya “ilahî site”, erdemden yoksun, tabiattan kopmuş ve Allah’ı unutmuş kentlere ise “inkâr kentleri” der. Bize Tanzimat’tan sonra bir ‘modern kent’ hastalığının bulaştığını; “İstanbul’a küflenmiş/ Bir Avrupa akşamı dadanmıştır” mısralarıyla ifade eder ve şehirlerimizdeki tarihin/kültürün yıkılışını buna bağlar. Onun için bu modern kentlere “Bana ne Paris’ten/ (…) Moskova’dan Londra’dan Pekin’den/ Newyork/ Bütün bu türedi uygarlıklar umurumda mı” diyerek karşı çıkar… Bir şiirindeki “Beton atıyorlar taş biriktiriyorlar/ Duvarlar çetin pencereler yüksek/ Gittikçe kapanıyoruz içimize/ Duvarlar duvarlar duvarlar/ Duvarlarla çevrilerek” mısralarını Müslüman bir şairin ‘sancı’sı olarak okuyorum ben!..
***
Bu şiirlerle büyüyen bir neslin şehir politikasına bakıyorum da, kanaatimce bu politika, Namık Kemal’in modern kent hayallerine daha yakın, Sezai Karakoç’un ‘sancı’sından uzak!.. Sonra Cemal Süreya geliyor aklıma; “Diyor ki değil daha/ Vakit var daha”…