Şehrazat’ı bir hikâye ustası yapan kim?
Sanatkârlar, eserleri hakkında konuşulmasından hoşlanırlar. Her insan gibi beğenilmek isterler. İşte bu beklenti, yazarla eleştirmen arasına daha başta bir mesafe koyar. Eleştirmen, beğenilmek isteyen yazar/ şairle karşı karşıyadır. Ya beğenecek ve birçok iltifata nail olacak veya kusurlara da işaret ederek, soğuk, kaşları çatılmış bir yüze, hatta iğneli sözlere muhatap olacaktır…
Ahmet Haşim, “Münekkit” başlıklı yazısında tam da eleştirmenin bulunduğu bu yol ayrımından bahseder. Der ki; bir mühendisi, bir şairi veya doktoru beğenir gibi yapın; “Derhâl bütün faziletler sizindir. Hayırhâhsınız, zekisiniz, terbiyelisiniz; ilminize, irfanınıza hiç diyecek yok”tur. Eleştirmen de insandır neticede, tıpkı sanatkâr gibi o da beğenilmek ve övülmek ister; tabir caizse yalan bir övgü karşılığında sırtına geçirilen altın işlemeli kaftanı kaybetmeye gönlü razı olmaz. Haşim böylelerine diyor ki, o altın hilati kaybetmek ve yağmur altında bir çıplak gülünçlüğüne düşmek istemiyorsanız, övgünüze sakın “en ufak bir kayd-ı ihtiyatînin gölgesini düşürmeyiniz”. Çünkü eleştirinizde hissedilecek bir ihtiyatî dil dahi “ilim-irfan sahibi ve erdem”li olduğunuza dair söylenen tüm önceki sözlerin bir anda geri alınmasına yol açabilir. İşte size iki yol: Ya muhatabın hoşuna gidecek sözler söyleyip altın hilatı bırakmayacak veya yağmurda çıplak kalmayı göze alacaksınız. Haşim’e göre altın hilati seçenler, “rahat yaşamayı düstur” edinmiş, beğenilmeyi ve edebî çevrelerle münasebetlerini ‘hoş’ tutmayı amaçlayan eleştirmenlerdir.
İyi de yazarla eleştirmen arasındaki bu mutabakat, sanatı ilerletir mi? İlerletmez tabii ki!.. Çünkü böyle bir durumda eser, rahatlığı düstur edinmiş eleştirmenle sanatkâr arasında, kendinden gayet emin bir şekilde, eleştiriden müstağni olarak vitrinde hiç kımıldamadan arz-ı endam eder durur… Oysa insan, ilerleme yeteneği ile hayvandan ayrılır diyor Haşim. Ve ekliyor: “Münekkit ise her beşerî marifetin hâlâ tekemmüle muhtaç olduğunu bağırmakla, her sabah, insana hayvan olmadığını hatırlatıyor.” O hâlde gerçek eleştirmenin yazarlarla bir ‘rahatlık veya dokunulmazlık antlaşma’sı yapmak yerine, yağmurda çıplak kalmayı göze alması gerekiyor. Ve onun asıl işlevi ‘altın hilat’e talip olmak değil de sanatı/ sanatkârı statükonun esiri olmaktan kurtarıp ilerlemeyi ve ona daha iyi, daha mükemmel olması gerektiğini hatırlatmasıdır. Bu itibarla eleştiri, sanatkârı –dolayısıyla kendini de- tedirgin ya da rahatsız ederek, daima uyanık ve diri olmaya, kendini yenilemeye zorlar.
Eleştirinin asıl işlevini açıklaması bakımından Eduardo Galeano’nun Kadınlar kitabındaki “Şehrazat” başlıklı yazısı müthiştir. Bilindiği üzere Binbir Gece Masalları’nda Sultan, her gece bir kadınla beraber olur ve sonra onları öldürtür. Kadınlardan yalnızca Şehrazat hayatta kalır. Bunu da ona her gün yeni bir hikâye anlatarak başarır. O hâlde Şehrazat, bir hikâye anlatıcısıdır. Lâkin Sultanın anlattığı hikâyeyi beğenmediği ve sıkıldığı anda canını alacağını da bilir, “Bazen hikâyenin tam ortasında Sultan’ın boynunu incelediğini hisseder…” Bu nedenle hikâyeleri çok güzel ve etkili anlatmak zorundadır; anlatır da. Galeano, bunları söyledikten sonra, işte diyor Şehrazat’ın ‘anlatı üstatlığı’ bu ölüm korkusundan doğdu.
Ne dersiniz? Eleştirinin de böyle bir işlevi yok mu? Şehrazat’ı bir anlatı üstadı yapan ‘eleştirilme kaygısı’ değil mi?
Horatius da bunu söylüyor. Diyor ki; “İyi ve sağduyulu insan tenkit edecek sanattan yoksun dizeleri/ (…) Seni parlatmaya zorlayacak sönük dizeleri/ Muğlak söze kusur bulacak, değişmesi gerekeni göstererek/ (…) şöyle demeyecek ama: Niçin saldırayım dostuma/ Bu saçma şeyler için” (Ars Poetica, s. 35)