Rasim Özdenören’e rahmetle…
Ölüm o kadar çok yağıyor ki son zamanlarda…
Asım Gültekin, Nuri Pakdil, Ahmet Kekeç, Sezai Karakoç, Bülent Parlak, Mevlana İdris Zengin ve 23 Temmuz 2022’de de Rasim Özdenören’i kaybettik.
Cumhuriyet sonrası Türk düşüncesinde ve edebiyatında İslâmî hassasiyetlerle öne çıkan ilk önemli şahsiyet Necip Fazıl’dır. Diriliş’ten, Edebiyat, Mavera ve sonraki birçok dergiye kadar İslâmî düşünce ve edebiyatın oluşmasındaki etkisi inkâr edilemez.
Rasim Özdenören’in de ideolojik anlamda beslendiği kaynak Büyük Doğu idi. Ancak ne Sezai Karakoç ne Nuri Pakdil ne de o edebiyatta Kısakürek’in izini sürdü. İdeolojik anlamda bir beraberlik var, ama edebi dil, teknik, hatta içerik olarak farklılıklar gösterirler.
Özdenören, her şeyden önce bir öykü yazarı idi. Türk edebiyatına 1950’li yılların sonlarında adım attı, ilk öykülerini kitap hâlinde “Hastalar ve Işıklar” adıyla 1967’de bastırdı, son öykü kitabı “Uyumsuzlar” 2016’da yayımlandı.
Öyküye adım attığı yıllarda Türk edebiyatında bir yanda toplumsal sorunlara odaklı propaganda amaçlı öyküler yayımlanırken diğer yandan İkinci Yeni’ye paralel biçimde yekpareliği parçalayan, flu, çizgisel olarak ilerlemeyen, sıçramalarla mekân, zaman ve insan arasındaki ardıl bağı koparan, varoluşçu felsefeden etkilenen bir öykü anlayışı yeşeriyordu. Özdenören teknik, hatta içerik olarak ‘modern öykü’ diyebileceğimiz ikinci anlayışı benimsedi. İlk kitabından son kitabına kadar asla ‘merak ögesi’ne, olaya, çizgisel akışa uymayan, dış dünyadan ziyade insanın iç dünyasını anlatan -üstelik bunlar genelde sıkıntılı, yalnız, uyumsuz, içe kapalı bireylerdir- öyküler kaleme aldı. Kanaatimce öykülerini kuşatan bu sıkıntılı ruh hâli, mekâna, eşyaya, hatta zamana da yansıdı.
Belli ki Özdenören Sezai Karakoç’un da belirttiği gibi “bir paniğin” (Sütun 1, Diriliş Yay. 1975, s. 170), yıkılışın, çözülüşün ruhta yarattığı depresyonu, yarayı yazmayı amaçlamıştı, düz mantığa prim vermiyordu, iç dünya’ya odaklanmıştı, doğal olarak ‘panik’ içindeki bir ruhta çizgisel ve ardıl bir akış olamazdı. Faulkner’ın “Ses ve Öfke”sini hatırlayın, böyle bir teknik ve böyle bir çözülüş…
Bu hikâyeler, teknik olarak özgün evet, kalem ruhun derinliklerinde ve karanlıklarında dolaşıyor evet, mekan ve eşyadaki ruhun peşinde doğru! Ama Özdenören genelde öykülerini bu teknik beceri ile kontrol altına aldı, parçaladı, gizledi ve nedense ‘kendi trajedisi’ni, kendi ruhunun damgasını öykülerine vurmadı. Kurtuluş Kayalı “Rasim Özdenören Denince Aklıma Gelen” (Işıyan Kelimeler, haz. Âlim Kahraman, Kaknüs, 2007, s. 77-82) başlıklı yazısında onun yazılarındaki nizam ve intizama, kapalılığa, kendini saklamaya ve en önemlisi ‘kontrollü hâl’e vurgu yapar. Bence öykülerinin ve yazılarının en büyük risklerinden biri buydu; kendini kontrol ediyordu, nitekim Kayalı bunu “… yazdıklarını da zaptu rapt altına alıp kendiliğinden akıp gitmesine izin vermiyor.” (s. 77) diye belirtir.
Özdenören her ne kadar “Denize Açılan Kapı” ile tasavvufa bir kapı açsa da, bir bütün olarak bakıldığında öykülerinde tasavvufa özgü ‘neşve’, ‘cezbe hâli’ yoktur, sanatsal dehasını daima kontrol altında tuttuğundan duvarları yıkamamıştır. O teknik nizam, o rasyonel kontrol, ruha, lirizme hep hâkim olmuştur.
Sezai Karakoç, “Türk hikâyeciliğinde, toplumumuzun derinliğindeki tarihî-metafizik acıyı” (s. 170) yansıttı dese de ele aldığı paniği, çözülüşü, yıkılışı bir kültüre, bir insana, bir mekâna bağlanmakta zorlandı. Oysa okur, işlediği ‘ruhsal gerilim’in kime, nereye ait olduğunu, bu gerilimin asıl sebebini lirik bir dille dinlemek isterdi!..
Bütün bunlara karşın İslâmî hassasiyetlere sahip edebiyat dünyasına ‘modern hikâye’yi getiren bir yazardır. Rahmet diliyorum. Mekânı cennet olsun!..