Neruda’nın Postacısı
Bu hafta iki kitap okudum. Biri Antonio Skarmeta’nın Neruda’nın Postacısı idi, diğeri Carlos Maria Dominguez’in Kâğıt Ev’i. Tesadüf bu ya Latin Amerika ülkelerindeydim.
Neruda’nın Postacısı’nda 1969’da, Şili’nin bir balıkçı kasabası ve şair Pablo Neruda’nın yaşadığı yer olan Isla Negro’da konakladım bir süre. Bir liman, yoksul, esmer yüzlü balıkçılar, 17 yaşında şair ruhlu bir çocuk, bisikletinin pedallarına aşkla basan, dünyayı şiirsel bir metafor olarak gören ve çantasında belki de binlerce şiir taşıyan Mario Jimenez!.. Sayfaları çevirmeye başladıktan bir süre sonra, kasabanın şuh kızı Beatriz Gonzalez’in sivri dilli annesinin –asabi kaynana ve şiirin tehlikelerine vakıf bir anaç tavuk!- barına oturmuş etrafı gözlemliyordum… Mario’yu (romanın başkahramanı), orada otururken gördüm, bisikletiyle şair Neruda’ya mektuplarını götürüyordu.
Bir gün oturduk, Neruda’dan birkaç şiir okudum ona. Dostluk için atılan en sağlam adım şiirdir, onunla gönülden gönüle giden gizli yolu keşfeder, kalplere misafir olursunuz. Öyleydi. Mario da bana kalbini açtı. Her güzel eser, kalbin kapısını okura -ama layık okura- açmaz mı? Ne diyordu Cemil Meriç: “Okumak, iki ruh arasında âşıkâne bir mülakattır.” (BÜ, s. 113)
Yoksul bir balıkçının oğluydu. Neruda’nın postacısı olmuştu. Yaşlı şairle tanışmak, hayatının en büyük hayallerindendi. Konuştukları ilk sahneyi anlattı (s. 23). Müthişti. Şair yürekli bir delikanlıyla yaşlı bir şairin karşılaşması: Şiirsel bir sahne!.. Yeri gelmişken söyleyeyim; bence romanın asıl cezbedici yönü, Mario, Neruda ve hatta şiire karşıt görüşleriyle kaynana Donya Rosa arasındaki poetik diyaloglardır. Eser, politik atmosferi anlattığı bölümlerde yer yer irtifa kaybediyorsa da, poetik diyaloglarla bir derinlik kazanıyor; deyiş yerindeyse okurun ayakları bir süreliğine de olsa bu diyaloglarda yerden kesiliyor…
Bu şiirsel diyalog, metafor, şiirde ritim, imge, siparişle şiir yazmak, politika, kitleler ve şair gibi konularda sürüp gider. Meselâ Neruda metaforu; “Bir şeyi bir şeyle kıyaslama biçimi…” (s. 23) diye tanımlar. Bir şiiri okurken sözcüklerin tıpkı bir deniz gibi oradan oraya gidip gelmesi (s. 26) ritimdir. Mario’nun, şiirdeki ritmin ruhunda uyandırdığı duyguyu anlatmak için kurduğu; “Sizin sözcüklerinizin üstünde titreyen bir sandal gibiydim.” (s. 26) cümlesi enfestir. Delikanlı, bu metaforu tesadüfen yaptığını belirtince Neruda, imge hakkında şu unutulmaz cümleyi söyler: “Rastlantısal olmayan imge yoktur evlât” (s. 26).
Sonra Mario’nun âşık olduğu Beatriz’i ve sivri dilli kaynanasını tanıdım. Mario, Beatriz’i baştan çıkarmak için şiirin büyüleyici dilini kullanmıştı. Kaynana, bu büyüsel gücün farkındaydı, kızını şairden korumak istiyordu; ama söylediği şu söz aslında bu ‘büyü’nün itirafıydı: “İlk önce sözcüklerle dokunan erkekler, daha sonra elleriyle daha ileri giderler.” (s. 56) Ardından şiir aleyhine birçok cümle… Meselâ Mario’nun, kızı için yazdığı bir şiirin arkasında dedektif gibi somut olgular araması ve Neruda’nın “Senyora Rosa, şiirden hareketle ille de bir olguya varmamız gerekmez.” (s. 73) diye cevap vermesi. Özetle “ bir gül ile bir tavuk arasında seçim yapmak zorunda kaldığında hep tavuğu seçen” (s. 95) materyalist bir zihniyetin temsilcisidir romanda Senyora Rosa.
Kitap bitti, o küçük balıkçı kasabasından ayrıldım. Aklımda Neruda ile Mario’nun şiirsel diyalogları, kaynananın şiir karşıtı sözleri, şuh Beatriz, yoksul balıkçılar, Şili’nin siyasal atmosferi, Allende’nin öldürülmesi, General Pinoche’nin darbesi ve yavaş yavaş karanlığa gömülen bir ülke kaldı…
Uzaklardan bir yıldız kaydı, okuduğum kitabın sayfalarına başını koyup huzurlu bir uykuya daldı… Kitabı kapattım. Yorulmuştum!