'İstanbul’un Ortası'nda Malik Aksel’le
Eski İstanbul’a dair hatıraları, kitapları severim ben. Arada bir elime alır, eski günlere giderim. Malik Aksel de sevdiklerimden. “İstanbul’un Ortası”nı ilk okuduğumda bayılmıştım. Kitabı daha sonra Beşir Ayvazoğlu, başka yazılar da ilâve ederek gayet zengin açıklamalarla yayıma hazırlamıştı. Elime aldım, yine bırakamadım.
Ayvazoğlu’nun hazırladığı “İstanbul’un Ortası”ndaki (Kapı Yay., 2011) yazılarından çıkardığım kadarıyla ressam Aksel, 1901’de Selanik yakınlarındaki Katerin’de doğmuş. Aile Serez’de, ama Balkan Savaşı patlak verip, bir sabah şehir korkunç trampet sesleriyle uyanınca, kıyamet kopar, sokaklar karışır. Aksel ailesi, eşyalarını konuya komşuya dağıttıktan sonra bir sabah gün ağarmadan faytonla Selânik’e sığınır. Ama orada da barınamazlar, ateş her yanı sarmış, göç kafileleri yollara düşmüştür, Rumeli boşalmaktadır. Muhacirler Edirnekapı’ya varır. İstanbul ana baba günü, camiler, meydanlar göçmenlerle dolu.
-Süle be Haççe tize! Bizim oranın mısırlarının kobalakları bilem buncağızlardan büyük değil miydi?
-Ah ne söyleyim? Gözyaşlarım mısırı tuzluyor…
Geçiyorum bu gözü yaşlı sayfayı!
Aksel’in dedesi Düyûn-ı Umumiyye müdürlerinden Hacı Kâmil Bey. Gösterişli, iri vücutlu, çember sakallı, galiba yakışıklı da. Sık sık evleniyormuş. Yeni bir evlilik yapınca çocuklarını çağırır, “Haydi yeni annenizin elini öpün, bakayım!” dermiş. Aksel’in babası Mehmet Şevket Bey diyor ki; “Babam sık sık evleniyor, hiçbir hanımda huzuru bulamıyordu.” (s. 139). Ama çare yok, oğul Şevket Bey, üvey kardeşi Âtıf’ı da alıp “Haydi yeni anamız geldi, elini öpmeye gideceğiz!” der. Giderler!..
Malik Aksel, Sıbyan Mektebi’ne Serez’de gitmiş: Ahmet Paşa Mektebi. O günlerden de bahsediyor. Ama benim dikkatimi şu çekti. Sıbyan Mektebinde sınıflar yokmuş, öğrenciler ilk ve orta seviyeye göre “Hececiler” ve “Ammeciler” diye iki gruba ayrılırmış. Fergab’a geçildi mi kalfa “Fergab, fesini kap!” dermiş. Fergab, Kuran’daki İnşirah Sûresi’nin son kelimesi, “Ancak Rabb’ine sarıl” anlamına geliyor. Eskiden öğrenci, Elifbayı bitirip, Kuran okumaya başlayınca İnşirâh Sûresinin son kelimesini okur okumaz, arkadaşları başındaki fesi kaparlarmış. Bu, çocuğun Kuran’ı okumayı öğrendiği anlamına gelirmiş. Sonra maarif mektebi. Ardından da İstanbul Muallim Mektebi. Burada Sabahattin Ali de okul arkadaşlarındandır. Onunla ilgili ilginç bilgiler veriyor Aksel. Meselâ onun Bezmiâlem Vâlide Sultani’sinin damında dolaşan bir uyurgezer olduğunu söylüyor, ayrıca ortaoyununa ve tiyatroya da meraklıymış, tatillerde gezici kumpanyalara katılırmış.
Muallim Cevdet, M. Şevket ve Selim Sırrı Tarcan okuldaki öğretmenlerinden. Selim Sırrı Tarcan, öğrencilere hevesle Batılı davranış ve görgü kurallarını öğretiyor. Ama ne heves! Karpuzun kabuğu nasıl kesilirmiş, sofrada çatal nasıl tutulurmuş, zeytin elle mi, çatalla mı alınırmış, öksürürken el ne vazife görmeliymiş?.. Miş de miş… Batılı oluyoruz ya!.. Mütareke devri! Kemalettin Kamu da öğrenci! “Ben gurbette değilim gurbet benim içinde” şiiri tüm İstanbul’a yayılmış.
Bir de yatakhane olayı var. Bir öğrenci pijama giyip yatmış ama, diğerleri modern pijamayı bilmiyor henüz. Pantolonla yattı deyip hocaya haber uçuruyorlar. Nebatat öğretmeni geliyor ki, öğrenci pantolonlu değil pijamalı! Etimoloji dersi başlıyor. Çocuklar, buna pijama derler. Aslı Farsça, Urduca’da picama. Farsça ‘pây’ ayak ‘câme’ de elbise demek. Pâycâme (ayak elbisesi) olmuş pijama… Câmehâb da pijama demektir, yani uyku elbisesi. Sonra bir başka kelime: Farsça ‘şûriden’ karıştırmak demek, câmeşûr, işte bildiğimiz çamaşır, elbise karıştıran yani elbise yıkayan!..
Daha İstanbul’a dair çok şey var ya. Onu da siz okursunuz artık!
Böyle işte “İstanbul’un Ortası”.