Hermann Hesse’nin Gertrud’u
Peş peşe okuduğum Koku, Mahcubiyet ve Haysiyet, Kâğıt Ev, Sessizliğin Yanıtı gibi Batı romanlarında dikkatimi çeken ilk şey, yazarların okuru entrika ve macera ile cezbetmeye çalışmamasıydı. Hepsinde, roman karakterlerinin ruhlarında varoluşsal boşluklar vardı ve yazarlar kahramanlarının ruhlarının derinliklerine inip, bunalımlarına, arayışlarına ayna tutuyor, acılarını dile getiriyorlardı. Bu eserleri okurken İsmet Özel’in “şiir hoşumuza giden değil boşumuza gelen bir şeydir” sözünü hatırladım. Doğruydu! Bütün sanatlar, içimizdeki eksikliğe değerse, eserden okura doğru derunî bir cereyan ulaşır, bu cereyan da ruhta bir coşku meydana getirip, okuru eserle hemhâl eder. O hâlde önemli olan sanat eserinin içimizdeki boşluklara değmesi veya denk gelmesi, bir teli titretmesidir.
Hermann Hesse’nin Gertrud’unu okurken bunlar geçti aklımdan. Romanda olaylar, müzisyen Kuhn’un –ki o romanın hem kahramanı hem anlatıcısıdır ve eser otobiyografik anlatım tarzı ile kaleme alınmıştır- küçük yaşlardan itibaren müziğe olan eğilimi, konservatuar eğitimi sırasında hocalarının eleştirileri nedeniyle kimi kez umutlarının kırılması, üstüne üstlük genç yaşta bir kaza sonucu topal kalması, sakatlığının yarattığı özgüven kaybı; tutukluk, içe dönüklük, ürkeklik; ama en önemlisi Imthor’un kızı Gertrud’a duyduğu derin aşk ve bu aşkın verdiği derin ıstırap, sevdiğinin müzisyen arkadaşı Muoth’la evlenmesi, bunun üzerine intiharın eşiğine gelmesi, Gertrud’un Muoth’la mutsuz olması ve sonunda Mouth’un buna dayanamayıp intihar etmesi şeklinde özetlenebilir. Görüleceği üzere bir müzisyenin iç savrulmalarının anlatıldığı hüzünlü bir eserdir Gertrud. Nitekim roman kişilerinin çoğu hayal kırıklıkları ve met-cezirler yaşayan mutsuz karakterlerdir. Örneğin eserin başkahramanı Kuhn, sakatlığı nedeniyle özgüvenini yitiren, kendisine acındığı için önem verildiğini sanan, ürkek, yer yer müzikte başarılı olamayacağına dair kaygılar taşıyan, ama en çok da Gertrud’a duyduğu aşk nedeniyle savrulan, bu savrulmalara karşı müziğe tutunan bir kişidir. Kuhn gibi Muoth da bir müzisyendir, ama içinde daima bir boşluk, bir tatminsizlik vardır; bu durum onu özellikle kadınlara karşı asabi yapar, önce Lotte’yi, ardından Marion’u, sonunda da Gertrud’u hayal kırıklığına uğratır. Dolayısıyla eserde Marion, Lotte, Gertrud ve Brigitte de aşklarına karşılık bulamayan mutsuz kadınlar olarak dikkati çekerler. Hesse, Kuhn ve Muoth vasıtasıyla sanatkârların hayatını anlatıyor. Bu bakımdan Gertrud, bir ‘sanatçı romanı’ olarak değerlendirilmelidir.
Başta demiştim, yazarın en dikkati çeken yönü, entrikaya ve maceraya pirim vermemesi, okuru kahramanlarının ruh dünyasında dolaştırmasıdır. Ama en önemlisi müzikle roman kahramanının ruhu arasında kurduğu bağ. Roman bu bakımdan âdeta Kuhn’un özlemlerini, aşkını, savrulmalarını ve ıstıraplarını dile getiren, bazen sakinleşen, bazen şiddetlenen bir müzik parçasına benziyor. Okurken sanki kahramanın bestelediği biz müzik parçasını dinler gibi oluyoruz. Nitekim Imthor’un evinde çaldıkları trionun ikinci bölümünde âdeta Kuhn’un özlemleri dile geliyor; şarkıda hayatta henüz aradığını ve aşkı bulamamış, sakat bir müzisyenin özlemi “tedirgin kanatlarını çırpmaya” başlıyor, “uçtan uca doyumsuz halkalar çizerek yukarılara” çıkıyor, aradığını bulamıyor ve “sonra yakınıp sızlanarak ürkek yitip” gidiyor (s. 78)… Kuhn da böyledir; özlemleri ve hayalleri vardır, göğe doğru kanat açarlar, ama tedirgin ve ürkektirler, sonunda aradığını bulamaz, sızlana sızlana yitip giderler…
Romanı bitirdiğimde sırtımı bir çama yasladım. Kulağımda Kuhn’un bestesi, gözlerimi kapadım… Sonra Necatigil’in şu dizesi döküldü dilimden:
“Ve şairler boyuna kimlere yazarlar?”