Çağdaş İslâmî edebiyatın geleneksizliği ve tarihsizliği
Bayramdan önceki yazımda, sanat ve medeniyette ‘devamlılık’ın esas olduğunu, dolayısıyla sanat eserlerinde mazi, hâl ve istikbâl boyutlarının bir bütün hâlinde bulunması gerektiğini söylemiştim. Günümüzde Müslüman sanatkârların ana sorunu, bu süreçte maziyle, gelenekle bağ kuramamak; dolayısıyla üç boyutlu eserler vücuda getirememektir. Oysa önümüzde devamlılık düşüncesine örnek verilebilecek bir şair var: Sezai Karakoç! Onun şiiri içerik, fikir ve inanç bakımından gelenekle irtibatlı ve bu itibarla da tarihsel bir derinliğe sahiptir. Ama dil ve biçim bakımından ‘hâl’de vücut bulmuştur. Özü, ‘İslâm’daki ‘ba’sü ba’de’l-mevt’ olan diriliş fikri ise, geleceğe yönelik umutları, medeniyet tasarımını ifade eder. İşte bu, sanat ve medeniyette ‘devamlılık’tır. Yahya Kemal ve Tanpınar’ın sanat ve medeniyette ilerleme düşüncesinin temelinde bu ‘devamlılık’ vasfı vardı. Karakoç’u da bu düşünceye ekliyoruz.
***
Ama neyin devamı? Hangi tarihin, hangi mazinin? Bu sorular bize, tarih ve maziye bakışların farklı olabileceğini gösteriyor. Bunu, daha somut örneklerle açıklayalım: Tarih, Yahya Kemal’in şiirlerinde geniş yer tutar. Ama bu, Osmanlıyla sınırlı bir tarihtir ve İslâm öncesi Türk tarihini ve coğrafyasını kapsamaz. Kısaca, şiirlerinin coğrafyası, olayları ve şahısları, Osmanlıyla sınırlıdır; “Kendi Gök Kubbemiz” dediği Osmanlıyla… Neden? Çünkü ona göre coğrafyanın vatanlaşması, daha doğrusu medeniyet bakımından temellük edilmesi ve tezahürü Osmanlıyla olmuştur. Ayrıca, Yahya Kemal’in tarih ve coğrafya dairesinde tüm İslâm âlemi yoktur! Mekke, Medine yok, Kudüs yok, Irak yok, Bağdat yok, Şam yok!.. Çünkü o, ittihad-ı İslâm fikrine sahip değil. Ama Âkif’in şiirindeki tarih ve coğrafya, ittihad-ı İslâm fikrine bağlı olarak tüm İslâm tarihini ve coğrafyasını kapsıyor. Buna mukabil, Ziya Gökalp’ın tarih ve coğrafyasında Türk tarih ve coğrafyası, Turan ağır basıyor. Sezai Karakoç ise düşünce itibariyle ittihad-ı İslâm’a bağlı olduğu için, doğallıkla onun şiirinin tarihi ve coğrafyası İslâm odaklıdır; ancak tüm varoluş tarihini/coğrafyasını kapsar. Bu örnekler, devamlılık düşüncesinde, hangi mazi, hangi tarih, hangi coğrafya sorularının dahi hayatî olduğunu ve cevapların, referansların da dünya görüşüne göre değişebildiğini göstermektedir.
***
Hâsılı, sanatta devamlılık önemli. Bu ise sanatı/medeniyeti üç boyutlu (mazi, hâl ve istikbâl) bir ‘süreç’ olarak görmek ve ondan kopmamakla mümkün. Ama bu, bizim gibi radikal kopuşlar yaşayan; sanatta ve medeniyette mazi boyutunu, geçmişteki tecrübe ve birikimi kaybeden –hatta reddeden- uluslar için hiç de kolay değil! Dolayısıyla tüm İslâm coğrafyası, bu boyuta dönmede, eklemlenmede büyük sorunlar yaşıyor… Bunun en açık delili, günümüzde İslâmî hassasiyete sahip yazarlar içinde parmakla gösterilecek bir ‘tarihî roman’ yazarının bulunmayışıdır. Evet, var mı bu camiada gerek estetik, gerek bilgi, gerek analiz bakımından güçlü bir ‘tarihî romancı’; meselâ son dönemde İhsan Oktay Anar gibi tarihe vâkıf, ona hayalini, özgün uslûbunu ekleyebilen güçlü bir genç yazar? Bir Kemal Tahir neden çıkmaz bu camiada? Çünkü tarih, kazı ister, uzun ve yorucu çalışmalar yapmayı, hatıra, günlük ne varsa didik didik etmeyi, notlar almayı gerektirir!.. Üstelik tarih, ancak ‘ayağa kalkarak’ ya da tersinden okunup yazılabilecek bir vâkıadır. Aksi takdirde güncelin ağında ve ilham perisinin kanatları altında, kendi kendimize şarkılar söyleyip avunuruz. Bu durumda ne farkımız kalır “Ömr-i Muhayyel” şairinden? Bizimki de sadece bir “medeniyet-i muhayyel” edebiyatı! Haksız mıyım?