Prof. Mustafa Öztürk, gazetemizde okuyucuyla buluşan makalelerini bir araya getirdi. ‘KARAR Yazıları’ adıyla yayımlanan kitapta Öztürk’ün tefsir, muhafazakârlık, felsefe, ilim, yozlaşma, FETÖ ile IŞİD meselesi ve inanç tartışma-ları gibi önemli sorunlar üzerine görüşleri yer alıyor.
ERKUT TEZERDİ / İSTANBUL
Fikir ve ilim mesaisini KARAR’daki köşesine taşıyan Prof. Dr. Mustafa Öztürk’ün yeni kitabı ‘KARAR Yazıları’, Ankara Okulu Yayınları’ndan çıktı. 85 makalenin bulunduğu kitapta Öztürk’ün anlattıkları arasında neler yok ki? Çalışmanın ‘Sunuş’ bölümünde Mustafa Karaalioğlu’nun deyimiyle; konular siyasal ve sosyal meselelerden teolojik tartışmalara kadar çok geniş bir yelpazede ele alınıyor. “Bugüne değin yazdıklarımın hemen hepsinin genelde İlahiyat, özelde tefsir alanıyla ilgili olması daha ziyade bu alan dâhilinde yazmamı gerektirse de İlahiyat’ın dinler tarihinden felsefeye, sosyolojiden antropolojiye kadar çok geniş bir bilgi ve kültür alanını kapsaması hem yazı imkânımızı hem de yazacağımız konuları genişletmektedir” diyen Öztürk, ancak tefsir dışında kalan mevzular hususunda yazmasının şahsi saptamalarını açıklamaktan ibaret olabileceğini söylüyor. Aktüel açıdan sürpriz gelişmeler yaşanmadıkça Öztürk’ün kaleme aldıkları inanç, insan, tarih, varlık, dünyaya ve eşyaya bakış gibi tarih-üstü meseleler etrafında toplanabilir. Öztürk bunları “Söz uçar, yazı kalır” vecizesine binaen yazdığını söylüyor: “Bu meşhur vecize, ahlaki azgelişmişlik ve yaygın kalitesizlik ortamında, ‘söz havaya yazı yazmak mesabesindedir’ gibi bir manaya gelir.” Kitaptaki o makalelerden işte birkaç parça...
MUHAFAZAKÂR-GELENEKÇİ ZİHNİYET VE ÇİFT DÜNYALILIK PROBLEMİ
“Ne var ki biz öyle necip bir milletiz ki bir taraftan ucube görünümlü Toki silolarını, sözgelimi eski Bursa’nın kalbine hançer gibi saplarız; bir taraftan da her vesileyle ‘ceddin deden, nesli baban’ diyerek ecdada layık nesiller olduğumuzu ispata çalışırız. Şanlı tarihimiz, geleneğimiz ve medeniyetimize sadakatimizi Ertuğrul’undan Filinta’sına kadar sükseli dizi filmlerle de ispata hazırız. Kısacası, söylem ve teşhir düzeyinde su katılmamış gelenekçi ve muhafazakârız; ama Tanıl Bora’nın ‘İnşaat Ya Resulu(e)lah’ başlıklı kitaptaki tespitiyle, gelenek lafının şaşasına pek düşkün olduğumuz halde geleneğin maddi-kültürel varlığına karşı da son derece duyarsız ve hoyratız.”
LÜMPENLEŞME SORUNUMUZ
“Lümpen ne köylüdür, ne şehirlidir. Gerçek kimliği, aidiyeti ve sınıf kategorisi belirsizdir. Lümpen bir bakıma bulanıklık, kaypaklık ve kural tanımazlık tipolojisidir... Lümpen muhafazakârlığın en son ve en çarpıcı göstergelerinden biri, Mimar Sinan’ın yüzyıllar önce Boğaz’ın kenarına muhteşem bir zarafetle biblo gibi kondurduğu Şemsi Paşa Camii’nin tam dibine kazık çakma girişimidir... Lümpenlik kültür ve estetik gibi değerlerden büsbütün nasipsizliktir. Oysa kültür, N. Mert’in ifadesiyle, her şeyden önce insanın hamlık ve kabalığından kurtulup incelmiş insan davranışlarına yönelmesi iddiasını içerir. En basitinden insan, acı karşısında böğürmeyi aştığı için türkü yakıyor, senfoni besteliyor. Lümpenlik ve lümpenleşmenin önemli göstergelerinden biri de ahlâkî seviye kaybıdır. Kendi alanında bir başkasının, özellikle de az çok tanınmış ve kendinden söz ettirmeye başlamış bir başkasının üçüncü kişiler tarafından hakarete maruz bırakıldığını görmekten sadistçe haz duyma eğiliminin toplumsal tabanda yaygınlaşması tam da lümpenliğe yaraşır bir tavırdır.”
BAHSE GİREREK İNANMAK VE PRAGMATİST MÜMİN OLMAK
“İnanma şeklimiz/gerekçemiz derken kastettiğim şey, bahse girerek inanmak, yani inancın temel konusu olan gayba bir nevi zar atmaktır. Hıristiyan gelenekte, bahse girerek inanmayı kitâbî düzeyde formüle eden isim Pascal’dır. Düşünceler adlı eserinde yer alan bahis argümanına göre Tanrı ya vardır ya yoktur. Acaba hangi görüşe meyledeceğiz? Akıl bu hususta karar mercii olamaz. Sonuçta bu konuyla ilgili olarak bir talih oyunu oynanır ki bunun neticesi de yazı veya tura olacaktır. Siz hangi taraf için bahse gireceksiniz? Mademki bir şıkkı seçme zorunluluğu var; o zaman menfaatimize en uygun olan şıkkı arayalım… Tanrı’nın varlığı şıkkını seçtiğiniz takdirde ne kazanıp ne kaybedeceğinizi tartalım. Bu şıkkı seçerek bahsi kazanmış olursanız, her şeyi kazanmış olursunuz. Yok eğer kaybederseniz, gerçekte hiçbir şey kaybetmiş olmazsınız. O halde, hiç tereddüt etmeyin ve Tanrı’nın varlığı lehine bahse girin.”
FETÖ MESELESİNİ DİNÎ BİR HİKÂYEYE DÖNÜŞTÜRME RİSKİ
“Eğitim-öğretim sahamız ve müktesebatımızın ilahiyatla ilgili olması hasebiyle FETÖ meselesi hakkında yazıp çizdiklerimizin din çerçeveli olması gayet tabiidir. Ancak dikkat edilirse, bizim bu konuda ürettiğimiz metinler büyük ölçüde FETÖ’nün yapısal özelliklerini, referans mercilerini ve bu yapıya mensup alçakların dinî değerler, semboller ve kavramlar üzerinden neyi gerçekleştirmek istediklerini ortaya koymaya yöneliktir. Gülen ve ekürisinin manyaklıklarını sayıp dökerek meseleyi magazinleştirmek hiçbir şekilde ilgi alanımıza girmemektedir. Ayrıca meselenin dinî açıdan ele alınışında sadece sivrisineğin değil, FETÖ gibi sivrisinekleri üreten bataklık zemininin de hesaba katılması ve kritiklerin buna göre yapılması gerekir. Aksi halde bugün FETÖ gider, yarın bir gün ÇETO gelir.”
SCHOPENHAUER’İN GÖZÜYLE ‘EL-HAYÂTÜ’D-DÜNYÂ’NIN ANLAMI
“Dünyaya ve fani hayata abanarak yaşamanın gerçekte ne ifade ettiği hususunda Alman filozof Arthur Schopenhauer’in her biri birer motto tarzındaki ifadelerinden bir kısmını aktarmak faydalı olabilir. Schopenhauer hayata karşı pesimisttir. Hayatı acılarla dolu bir feryat, dünyayı sefalet vadisi olarak gören Schopenhauer’in bu perspektifi Kur’an’ın ‘el-hayâtü’d-dünyâ’ya yüklediği menfi anlamla örtüşür mahiyettedir. ‘Maddi dünyanın gerçekleri çok fazla harici önem taşıyabilir; fakat söz konusu olan deruni anlam ise bu bakımdan hiçbir kıymet-i harbiyeleri yoktur… Bu hayatta her şey dünya mutluluğunun boşa çıkmaya yahut bir vehim olarak anlaşılmaya yazgılı olduğunu ilan eder’ diyen Schopenhauer’e göre hayat kendisini gerek büyük gerek küçük meselelerde sürekli bir hile ve desise olarak sunar. Vaatte bulunduysa sözünde durmaz; ta ki arzu edilen şeyin ne kadar az arzu edilmeye değer olduğunu gösterinceye kadar…”