Vaziyete göre hukuk: 5816 kapsamındaki suç tutuklamayı gerektirir mi?
Türkiye bir hukuk devleti değil.
Bunu bir çok olayda görüyoruz.
Muhammet Fırat Kaptan.
38 gündür cezaevinde tutuklu…
5816 sayılı “Atatürk Aleyhine İşlenen Suçlar Kanunu” uyarınca Atatürk’e hakaretten tutuklanmış.
Caddede yürürken bir sokak röportajcısı tarafından durdurulup “Atatürk’ü sevip sevmediği” soruluyor.
Kendisine uzatılan mikrofona, “sevmediği” yönünde cevap vermesi üzerine, muhabir durmuyor, “neden sevmediğini” soruyor.
Adam, görüşünün gerekçelerini açıklarken hakaret oluşturacak sözler sarfediyor.
Ardından adli süreç başlatılıyor ve hemen tutuklanıyor.
İnsanın, sokakta kendi halinde yürürken, aniden karşısına çıkan birinin sorusuna verdiği cevaptan ötürü suçlu duruma düşmesi ve hapsi boylaması, “kafasına saksı düşmesi” gibi bir şey.
Adam ne yapsın? Ya iki yüzlü davranıp düşündüğünün veya inandığının tersini söyleyecek ya da içinden geldiği gibi konuşacak ve baltayı taşa vuracak.
Testten geçirildiği konuda olumsuz düşünen kişi, böyle bir soruya veya sorgulamaya tabi tutulduğunda;
-Akıllı ve kurnaz ise, “Böyle bir konuda konuşmak, sağlığıma zarar verir” diyerek soruyu cevapsız bırakır ve belayı savuşturur
-Harbi davranmayı tercih etmişse, içindekini olduğu gibi dışarı vurur ve çoğunlukla konuşurken pot kırar.
-İki yüzlü bir karakter geliştirmişse, olumlu düşünmese bile olumlu düşünüyormuş gibi konuşur
Niçin insanları “tabu alanına” çevrilmiş “mayınlı bir sahaya” sürüyor ve yasa ile koruma altına alınan bir kişi hakkında sevgi ve sadakat testinden geçirerek hayatlarını karartıyoruz?
Kimse kimseyi, “sevmeye” veya “sevmemeye” zorlanamaz.
Fakat kişilerin, bu konuda düşüncelerini açıklamaya zorlanarak sadakat testine tabi tutulmaları ve ardından cezalandırılmaları, esas olarak baskıcı rejimlerin, “ideolojik kontrol” veya “dini tahakküm” politikalarının tezahüründen başka bir şey değildir.
Olayın gelişme seyrine ve sonuçlarına baktığımızda, karşımıza Türkiye’de düşünce ve ifade hürriyetinin durumu açısından oldukça vahim ve çelişkili bir tablo çıkıyor.
Anlaşılıyor ki Atatürk’ü sevmeyenlerin tümü “potansiyel suçlu” durumunda…
Bu peşin suçluluklarının “kinetik” aşamaya geçmesi, yani aşikâr ve tescilli hale getirilmesi için düşüncelerini açıklamaya davet edilmeleri ve nihayet kaza eseri akılsız ve ölçüsüz bir söz sarfetmeleri yetiyor.
Böyle bir anlayışın uç örneklerini, Ortaçağ’da Engizisyon döneminde büyücülükle suçlanan ve şeytanla işbirliği yapmakla itham edilenlerin kiliseye olan sadakatlerini ispatlamak zorunda bırakılmalarında ve işkenceye tabi tutulmalarında görüyoruz.
Gelelim olayın hukuki yönden incelenmesine ve tahliline:
Düşünce ve ifade özgürlüğü, hiç kimseye başkalarına hakaret etme hakkı vermez.
Hele hakaret edilen, ülkenin kurucusu konumunda bulunan ve özel bir yasa ile korunan bir kişi ise, burada işlenen suçun ilgili yasa gereğince cezalandırılması konusu bütünüyle tartışma dışıdır.
Olayın tartışma dışı bırakılamayacak yönü, ilgili hakkında başlatılan adli soruşturma sürecinin başında, evrensel kabul gören ceza yargılaması ilkelerine ve hukuki teamüllere aykırı olarak peşinen tutuklanıp cezaevine gönderilmesidir.
Herhangi bir suç iddiasıyla hakkında adli işlem başlatılan bir kişi neden tutuklanır?
Tutuklama bir “cezalandırma aracı” değil, bir “koruma tedbiridir.” Ceza Muhakemesi Kanunu’nun (CMK) 100’üncü maddesine göre, tutuklama şu şartlarda uygulanabilir:
-Kuvvetli suç şüphesinin varlığı,
-Tutuklama nedeninin bulunması,
-Sanığın kaçma şüphesi,
-Delilleri yok etme, gizleme veya değiştirme ihtimali
Ayrıca tutuklama, “orantılılık İlkesi” çerçevesinde ve yalnızca daha hafif tedbirlerle (adli kontrol, kefalet, yurt dışına çıkış yasağı vb.) sonuç alınamayacaksa uygulanabilir.
“Tutuklama,” kişinin özgürlük hakkına ciddi bir müdahale olduğu ve ancak en son çare olarak başvurulması gerektiği için, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nce hakaret suçunda “orantısız bir tedbir” olarak değerlendirilmektedir.
Ayrıca Mahkeme, hakaret suçunda yargılama öncesi tutuklamanın bir tedbir niteliğinde uygulanmasının, “demokratik bir toplumun gereklerine uygun düşmediğini” ve “ifade özgürlüğünü gereksiz yere kısıtladığını” vurgulamaktadır.
Fırat Kaplan’ın söylediği sözlerin video kaydına alındığını ve doğrudan röportajı yapan muhabir tarafından medyada yayınlandığını dikkate aldığımızda, delilleri karartmak gibi bir durum söz konusu değildir.
Ayrıca söylediği sözler hiç bir tereddüte yer vermeyecek kadar açık olduğuna göre, “kuvvetli suç şüphesi bulunması” gibi bir sebepten hareketle tedbir mahiyetinde tutuklama yapılmasına gerek olmadığı açıktır.
Kaldı ki, çok zayıf bir gerekçe ve dayanak olarak “kaçma” şüphesinin bulunduğu ileri sürülse bile, “adli kontrol şartı” veya “yurt dışına çıkış yasağı” getirilerek rahatlıkla bu risk de bertaraf edilebilirdi.
Hakaret, esasen diğer ağır suçlar gibi toplum güvenliğini doğrudan tehdit eden bir suç değildir. Bu nedenle ister görevde bulunan, ister geçmişte görev yapmış cumhurbaşkanı hakkında olsun, yukarıda sıraladığımız çok özel gerekçelere dayandırılmadıkça ve öncesinde alternatif tedbirlere başvurulmadıkça, hakaret nedeniyle bir kişinin tutuklanmasını makul ve hakkaniyete uygun bulmak mümkün değildir.
Hakkında soruşturma yapılan kişi, yeterli delillerin varlığı halinde, yargılama süreci sonunda zaten gerekli cezaya çarptırılacaktır. Tutuklama şartları oluşmadığı halde sırf “cezalandırma amaçlı” olarak yargılama öncesi tutuklanması ve 1.5 ay süresince cezaevinde tutularak hürriyetinden yoksun bırakılması, keyfi ve hukuka aykırı bir uygulamadır.
Yargının bağımsızlığı ve tarafsızlığı, hukuk devletinin temel ilkelerindendir. Kaplan’ın ifadeleri sonrası hızlı bir şekilde harekete geçilmesi ve tutuklama kararının verilmesi, “siyasal baskı” ve “politize olmuş yargı” eleştirilerini gündeme getirmektedir.
Gerekli şartların varlığı halinde bir koruma tedbiri olarak yer verilmesi gereken tutuklamanın, cezalandırma amaçlı olarak uygulanması, “hukukun üstünlüğü,” “ifade özgürlüğü” ve “demokratik değerler” açısından ciddi sorunların varlığını ortaya koymaktadır
Kaplan’ın tutuklanması, Türkiye’de otoriter eğilimlerin bir tezahürü olarak değerlendirilebilir. Bu tür uygulamalar, genellikle demokratik olmayan rejimlerde görülen baskıcı yöntemlerle paralellik taşır. Kuzey Kore gibi otoriter rejimlerde siyasi figürlere yönelik eleştirilerin ağır yaptırımlarla karşılanması, arada derece farkları olsa da Türkiye’deki bu uygulamayla benzerlik göstermektedir.
Bu tür hukuk dışı ve keyfi uygulamaların;
-Toplumda korku kültürünü yaygınlaştırması,
-İnsanlarda paranoya, güvensizlik ve travmaya yol açması,
-Toplumsal kutuplaşmayı arttırması ve insanları birbirini ihbar etmeye teşvik etmesi,
-Toplumsal dayanışma duygusu zayıflatması her zaman beklenebilecek olumsuz sonuçlardır.