Yıllar geçmeyi sever, insan aramayı...

“Ignatios ile Photios arasındaki rekâbet, Ignatios’un manastırını Photios’un Vordonos Adaları’ndaki manastırının karşı sâhiline inşâ ettirdiğini kanıtlamaktadır”

M. Ramsay’ın, “836 yılında Theophilos, Bryas’ta Arap mimarisi tarzında bir saray inşâ ettirmiş, bunun için de Satyros Manastırı’nın taşlarını kullanmıştı” demesine itibar etmeyin, palavradır. Her şeyden önce, Bryas Sarayı 831 veya 832 yılında, İgnatios’un Satyros Manastırı ise 867 veya 877 yılı civârında inşâ edildiklerine göre, Bryas Sarayı’nda kendisinden yaklaşık yarım asır sonra inşâ edilen Satyros Manastırı’nın taşlarının kullanılması nasıl mümkün olabilir? Aksine, Bryas Sarayı’nda, vaktiyle mahalde bulunan ve putperestlik dönemine ait bir Satyros tapınağının kalıntılarından taşlar kullanmış olmalıdır, Ignatios’un Satyros Manastırı’nın dahi o tapınağın kalıntılarının yerine veya hemen yakınına inşâ edildiği kanısındayım.

1kapak-007.jpg

***

Ignatios ile Photios arasındaki rekâbet, Ignatios’un manastırını Photios’un Vordonos Adaları’ndaki manastırının karşı sâhiline inşâ ettirdiğini kanıtlamaktadır. Bu nedenle, Küçükyalı ve Çınar mahalli, Bryas değil, Bizans öncesinden beri buradaki tapınağa nazaran Satyros isimli yerdir, Bryas ise Dragos’un etekleridir. Vordonos dedim ya, biliyorum, şimdi çoğunuz haritalarda o adaları arayacak, ama boşuna zahmet etmeyin, bulamazsınız. Bu yüzden birlikte Dragos’a çıkmadan önce size Vordonos hakkında bazı bilgiler çıtlatayım.

vordonisi-adalari.jpg

***

Sâhil doldurulmadan ve mendirek dolgu alanın altında kalmadan önce, Bostancı’da deniz sığ ve kayalıktı. Bu kayaların hemen hepsi de, 1010 yılına tarihlendirilen bir deniz heyelânı sonucunda batan Vordonos Adaları’nın kalıntılarıydı. Bunlar Yıldız Kayalıkları ve Dilek Kayalıkları olarak biliniyorlardı. Çevreleri kumluk olup, su ancak Çamlık mevkiindeki Satyros Manastırı’nın hizâsındaki kayalıklardan sonra Maltepe’ye doğru kademeli olarak derinleşmekteydi. Çakar ile Bostancı sâhili arasıysa, Tan Sokak’ın denizle kavuştuğu yere kadar hep kayalıktı. Yıldız Kayalıkları’ndan ve Dilek Kayalıkları’ndan, balıkçılar kaya barbunyası ve pavurya avlayıp, midye çıkarıyorlardı. Onların bu kayalıkları Batık Manastır olarak isimlendirdiklerini duymuştum. Mendirek ile Tan Sokak arasındaki kayalıklardaysa, sepetle gelincik balığı avlayanları eskilerden çok kişi anımsayacaktır.

***

‘65 yılında Çakar civârına zıpkınla balık avlamak için dalan Büyükadalı Yanni Haraçoğlu, suyun dibinde taşlarla yapılmış yola benzer bir şey görür. Aradan otuz dokuz yıl geçer, Fener Rum Patrikhânesi’nin arşivindeki eski bir haritada Vordonos Adaları’nın işâretlendiğinin görülmesi üzerine, dalgıç ve mimar İnkilap Obruk, sualtı kameramanı ve arkeolog Yılmaz Akyunus ve Yanni Haraçoğlu, sonradan ismini Yalçın olarak değiştirdi, aynı yere birlikte dalarlar. Yılmaz Akyunus, dalışta gördüklerini, “Marmara’nın dibi çok bulanık. Sağlıklı görüntü almak bazen olanaksız. Büyük kayalara benzeyen bazı karartıların biraz uzaktan bakınca aslında büyük ve uzun duvarlar olduklarını fark ettik. Renkli taşlardan yapılmış yol ise, çok net görünüyordu,” şeklinde ifâde etmişti. Vordonos Adaları’nın, yıllar önce Semavi Eyice tarafından kayda geçirilmiş olmasına rağmen, ancak Halit Kakınç’ın ve Emre Ünsallı’nın yazılarından sonra bilinirlik kazanmasıysa tuhaftır. O yazıların ardından, Serco Ekşiyan, Ercan Akpolat, Volkan Narcı, Can Sızmaz, Anıl Durmaz, Yener Kuşçuoğlu ve Gökhan Karakaş batık adalara dalıp, çok değerli sualtı çekimleri gerçekleştirmişlerdir. Onların çekimleri bize Vordonos Adaları’nın en az iki büyük adadan ve kayalık denebilecek bir sürü adacıktan oluştuğunu kanıtlıyor. John Lodge Cowley’nin “A Plan of Constantinople, Places Adjacent and Canal of the Black Sea” başlıklı 1770 yılına ait haritasında, Vordonos’un iki büyük adası Kaşık Adası’ndan çok daha küçük gösterilmişlerdir. Vordonos Adaları battıktan bin yedi yüz altmış yıl sonra çizilen bu haritanın, adaların büyüklükleri ve yayılışları açısından sıhhatli bir belge olmadığını düşünüyorum. Çünkü, hava çekimleri, Vordonos Adaları’nın tahmin edilenden daha büyük olduklarını, çok geniş bir alana yayıldıklarını ve Bostancı ile Çınar sâhilinin hemen önünde bulunduklarını kanıtlıyor.

***

1010 yılına tarihlendirilen ve Vordonos Adaları’nı üzerindeki manastır binâ topluluğunu keşişleriyle birlikte denize gömen heyelânın, Bostancı eğer Poleatikon denilen yerse, oradaki antik Poleatikon limanını bile bozmuş veya heyelânda yuvarlanan kaya bloklarıyla kısmen ortadan kaldırmış olmalıdır. Halil Paşa’nın “Bostancı” tablolarında bir liman kalıntısı veya bir balıkçı mendireği görünmüyor. Refik Halid’in ve Sermet Muhtar’ın makalelerindeyse antik limanın üzerine inşâ edilen mendirekten hiç bahsedilmemiştir. Koleksiyonumda bulunan 16 Şubat 1938 günü çekilmiş bir fotoğrafta, Bostancı İskelesi’nin batı tarafının tamamen kayalık olduğu görülüyor. Muhtemelen ‘49 veya ‘50 yılında çekilen bir başka fotoğraftaysa, o da koleksiyonumdadır, lodos dalgalarına karşı kaya bloklarının üzerine beton dökülerek yapılan alçak ve yarım bir mendirek kaydedilmiştir. Bu kayaların bir kısmının mendirek yapılan saha içinden veya civârından toplandıkları muhakkaktır. Denizin ‘85 ile ‘90 arasında doldurulmasından sonra dolgu altında kalan mendirek ise, ‘51 yılında eski küçük mendireğin Kınalı’dan getirilen kayalarla yükseltilip, iskele tarafına doğru büyütülmesi ve üzerine beton dökülmesi suretiyle yapılmıştır. Bizim ‘70’li yıllarda denize girdiğimiz mendirek, ‘51’de yükseltilendi, oradan Çakar’a doğru yüzerken, zaman zaman su üstüne çıkan kayalıklarda nefeslendiğimiz ve aşağıdaki manastır kalıntılarına doğru gözlükle daldığımız çok olmuştur.

Bryas’tan geriye Vordonos’a sıçrayıp, sakıza sardığımın farkındayım. Neyse, şimdi eski Tekel işletmelerinin oradan yukarıya vuralım. Aşağıdaki postacıların kampının hemen üstünde İrfan ve Behzat Ay çiftinin yazlıkları vardı, hayır o Behzat Ay pederim olan muharrir Behzat Ay değildir, sadece bir isim benzerliğiydi. Her şey, Suâdiye’de otururken, ‘71 olmalı, postacımız Ahmet ağabeyin bir başka Behzat Ay’a ait olan mektupları bize bırakmasıyla başlamıştı. Birken iki, ikiyken üç, üçken beş olan mektupları, bir yaz akşam pederim sarhoş kafayla toplayıp, yayan beş dakikalık mesâfemizdeki Ayşe Kadın’da oturan Behzat Ay’a götürmüş. Meğerse bize gelen mektuplar da onlardaymış. Kapıda başlayan makaranın, iki Behzat Ay’ın fıtratları gereği, hemen ar namus şişesinden birkaç kadeh devirmeye dönüşmesiyse kaçınılmazdır. Onların çocukları Zinnur ile Hasan, benimle ve kardeşimle yaşıtlardı, bir veya iki yıl sonraysa diğer Ay ailesinin Dragos’taki yazlıklarının tamamlandığını anımsıyorum, biz de yazın bazı hafta sonları Burgaz’a, bazı hafta sonlarıysa Dragos’a giderdik. Michel Fugain’in “Je n’aurai pas le temps” şarkısını hayli gecikmeli olarak ilk defa Dragos’ta duyduğumdan eminim. Zinnur mu bize dinletmişti, radyolarından mı tesadüfen kulağıma gelmişti, yoksa aşağıdaki kampta mı çalıyordu, işte onu şimdi tam çıkaramıyorum. Behzat Amca’yı kanserden kaybettiğimizde ben iş gereği İstanbul dışındaydım, o yüzden cenâzesine gidemedim. İrfan Teyze’nin ise annem gibi alzaymırdan aramızdan ayrıldığını duymuştum. Hasan, liseden sonra Almanya’ya gitti, orada da kaldı diye biliyorum. Zinnur ise, ressamdır, yıllar önce Bostancı-Kadıköyü dolmuşlarındaki son karşılaşmamızda, Dragos’taki yazlıklarına geçtiğini söylemişti. Sanırım, girdiği şeker komasının ardından pıhtı atması nedeniyle genç yaşta aramızdan ayrılan, çevirmen Kemal Atakay ile evliydi.

***

Çınar’dan doğruca Dragos’a geçtim, haklısınız, arada İdealtepe, Adatepe, Süreyya Plajı ve Maltepe var, İdealtepe benim gençliğimde dahi medeniyetten uzak bir sazlıktı, sivrisinek saldırıları yüzünden oradan geçmek cesâretten sayılırdı, Adatepe’yse ‘80’li yıllarda yeni yeni inkişâf ediyordu, evlendiğimde, ‘87’de, ilk orada oturmuştum. Bostancı’dan sonra Adatepe karımla bana ıssızlık gibi gelmişse de, Allah’tan yalnız değildik, az aşağımızda, Süreyya Plajı’na doğru, Serap ve Hasan Kaçan vardı, bir yıl boyunca hafta sonlarını hep birlikte kakara kikiri geçirdik. Süreyya Plajı ise, on altı veya on yedi yaşımda, mahallemden duvarında iki limon pırtlamış manitamla dıgıdık muhabbetine kaçtığımız bir mekândı, maksadımızsa Çatalçeşme Plajı’nın veya Bostancı Mendireği’nin müdâvimlerinden komşularımıza yakalanıp da dümme düdük olmamaktı.

***

Maltepe’den ilk anım, sanırım 29 Mayıs 1971 günü radyoda Mahir Çayan’ın ve Hüseyin Cevahir’in Binbaşı Dinçer Erkan’ın on dört yaşındaki kızı Sibel’i rehin aldığının haberine aittir, merâk bu ya, Suâdiye’den üç arkadaş hemen bir minibüse atlayıp, olay mahalline müsâdemeyi seyre gitmiştik. Bizler aynı günün akşamına doğru Suâdiye’ye dönmüştük ama Maltepe’nin benim için anadan doğma bir edebiyatçının, Hüseyin Cevahir’in, yirmi yedi kurşunla öldürülmesiyle yedi yıl sonrasına kalacağını o günlerde asla tahmin edemezdim. Hüseyin’in öldürülmesi üzerine Ankara’dan tanıdığı Arkadaş Z. Özger “Aşkla Sana” şiirini döktürmüştü: “Alnını /Dağ ateşiyle ısıtan / Yüzünü / Kanla yıkayan dostum / Senin / Uyurken dudağında gülümseyen bordo gül / Benim kalbimi harmanlayan isyan olsun / Şimdi dingin gövdende / Uğultuyla büyüyen sessizlik / Bir gün benim elimde / Patlamaya sabırsız mavzer olsun”. Onların hikâyeleri biraz karışık, aslını Tuğrul Eryılmaz’a ve Hüseyin Peker’e sormalı, ama Arkadaş Z. Özger’in bu şiiri, ‘80 öncesinde, cepheleşmiş Türkiye Halk Kurtuluş Partisi kökenli “Kurtuluş”, “Devrimci Yol” ve “Devrimci Sol” gibi bütün fraksiyonların cenâze törenlerinde mutlaka okunduğunu anımsayanlar olacaktır. Sahi, az kalsın unutuyordum, Maltepe’de yaralı yakalanan Mahir Çayan da arkadaşı için “Hücredeki Adalının Dünyası” şiirini yazmıştı. Bu şiir, bildiğim kadarıyla, ilk defa ‘77 yılının Mart ayında, Kurtuluş Sosyalist Dergi’nin 10’uncu sayısında yayınlandı. Ne kadar şiirdir, şimdilik bir şey demek istemiyorum, fakat isimlerini zikrettiğim fraksiyonların hiçbirinin onu ‘80 öncesinde dahi fazla dillendirmediğinden eminim.

***

‘80’in sonbaharına gelmeden, Yeni Ortam, Vatan ve Politika gazeteleriyle birlikte her gün Tercüman alıp okumam Süleymaniye’de olay olmuştu. Yahu, cümle tepe sersemleri için, Tercüman’ın bahşettiği edebiyat lezzetini nasıl görmezden gelebilirdim! Bir düşünsenize, Tarık Buğra, Reşad Ekrem ve İslam Çupi yazıyorlardı, pehlivan tefrikalarıysa emsâlsizdi, sahi bir de Yeni Tanin vardı, oradan Reşad Ekrem’in “Ablamın Kedileri” yazı dizisini hiç unutamadım. Benim fakülteye girdiğim yıl Tarık Buğra’nın Tercüman’dan emekli olduğu aklımda kalmış, ‘70 sonlarında ve ‘80 başlarında ona en fazla Kadıköyü’nde, Salâh Birsel, Cahit Kayra, Cihat Burak, İlhami Bekir, Cemal Süreya, İsmet Kemal Karadayı ve Behzat Ay ile sohbetteyken rastlardım. Son yıllarına doğru Maltepe’ye taşındı, artık Kadıköyü’ne pek inmez olmuştu, sanırım yeni evi Ankara asfaltına daha yakındı, ikinci hanımı hikâyeci Hatice Bilen Buğra’nın, kocasının ağır adımlarla asfalttaki otobüs durağına çıkışını pencereden nasıl takip ettiğini, Ayşe Olgun’un kendisiyle yaptığı söyleşiden okumuştum. Hadi, ben de o söyleşinin satır aralarına şimdi bir Melih Görgün şarkısı yerleştireyim: “Bir seni özledim / Bir seni bekledim / Unuttum gidenleri / Gidenler dönmüyor geri”...

YORUMLAR (9)
YORUM YAZ
UYARI: Hakaret, küfür, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. (!) işaretine tıklayarak yorumla ilgili şikayetinizi editöre bildirebilirsiniz.
9 Yorum