“Yabba dabba doo!”

“Siz ‘80 sonrasındaki politikacıların mütedeyyin olmalarına aldanmayın, onların mütedeyyinlikleri “Doğan görünümlü Şahin” aldatmacısından farksızdı, toplumuzdaki en önemli kültürel değişimler, menfi yönden, kontrollerindeki televizyon ve matbûatla sağlandı, televizonda “Dallas” dizisi, matbûattaysa Hafta Sonu gazetesi, hepimize dayatılan yeni ahlâk anlayışının ifâdesiydi, kitlelerin fikren çıplaklaştırılarak yaşam tarzlarında pornografikleştirilmesi hedeflenmişti, nihâyetinde başardılar da.”

Evet, “Taş Devri” dizisinden Fred Çakmaktaş’ın jenerikteki sevinç nidâsı “Yabba dabba doo!” ile başlayalım: Henüz generallerin iktidarının tahayyül edilemediği yıllardayız, TRT öyle bir dizi almış ki, kıymık takımından herkes Jordache kardeşlerden Nick Nolte’nin oynadığı Tom’u konuşuyor. Orhan Gazi Canbulat dostumuz dizi televizyonda gösterime girdiğinde Beyoğlu Emniyet Âmirliği’nde görevliymiş, “Zengin ve Yoksul” gecesindeyse semtin it kopuk takımının cümlesi diziye daldığından mıntıkada suç oranının hayli düştüğünü bugün kaynaklarda bulamayacağımız önemli bir bilgi olarak bana aktardı, kendisine teşekkür ediyorum. 1 Şubat 1976 ile 15 Mart 1976 arasında Amerika’da ABC televizyonunda dokuz bölüm olarak gösterilen “Zengin ve Yoksul” için mini dizi deniyorsa da, birinci bölümünün 96 dakika, ikinci bölümünün 95 dakika ve dokuzuncu bölümünün de 98 dakika olduğunu belirteyim, diğer altı bölüm ise 48’er dakikaydı, bu 48 dakikalık bölümler yüzünden her defasında tek kanal siyah beyaz televizyonumuzun ağızlarımıza birer parmak bal çaldığı hissini yaşıyorduk.

Tom’un niçin yediden yetmişe herkesinin sevgilisi olduğunu anlayabiliyordum da, “Cehennem Sıcağında” dizisinde Roy Thinnes’in oynadığı kundakçı Ben Quick niçin tutmuştu, işte câhil kafam ona pek basmıyordu. Oysa, “Cehennem Sıcağında” bir “Beyaz Amerika” veya bir “Derin Güney” hikâyesiydi, esin kaynağınınsa William Faulkner’ın “Köy” isimli romanı olduğunu epey sonra öğrendim, ancak “Derin Güney” nedir aramızda bir bilen yoktu, kızlı erkekli hepimiz Ben Quick’in pantolonunu kime indireceğinin derdine düşmüştük. ABC televizyonunda 16 Eylül 1965 ile 13 Nisan 1966 arasında gösterilen “Cehennem Sıcağında” için bazıları Jimmie Rodgers’ın kadife sesinden, “Seems to know every time you′re near / And the touch of a breeze gently stirs all the trees / And a bird wants to please my ear” diye başlayan şarkıyı not düşüyorsa da, o şarkıyı ben Martin Ritt’in ‘58 yapımı filminden anımsıyorum.

‘80 öncesindeki asıl büyük tutkum RAI işi beş bölümlük “Leonardo Da Vinci” olmuştu, çünkü Philippe Leroy döktürüyordu. Rahmetli pederimse “Söz Savunmanın” dizisine baylırdı, Barry Newman’ın oynadığı avukat Anthony J. Petrocelli karakteri maalesef yaşamımı etkiledi, okul tercihleri esnâsında kısa süreliğine Adapazarı’ndaydım, bunu fırsat bilen rahmetli de, aklımdan hiç geçirmediğim hâlde benim nâmıma ilk sıraya İstanbul Hukuk’u yazıp göndermiş. Maalesef oraya girdim, ancak yaşamım boyunca hukuku bir türlü sevemedim, medâr-ı mâişetti ama mutsuzdum, bu yüzden emekliye ayrıldığımda zil takıp oynadım. Bildiğim kadarıylas NBC televizyonunun bu hukuk draması Amerika’da 11 Eylül 1974 ile 31 Mart 1976 arasında iki sezon boyunca yayında kalmış, bizdeyse ‘75 yılının Haziran ayında gösterimden kalktığını anımsıyorum. “Söz Savunmanın” yüzünden İstanbul Hukuk’a kaydımın yapıldığı yıl, Suâdiye’den Feneryolu’na taşındık, kamyon geldiğinde kedimiz Tekir kayıplara karışmıştı, bir hafta boyunca her gün Suâdiye’ye eski mahalleme gidip Tekir’i aradım, sonunda onu Mehmet Karamancı İlkokulu’nun önünde buldum, annem orada öğretmenlik yaptığından, meğerse yemeden içmeden okulun kapısının önüne çöküp annemi beklemiş, oysa yaz mevsimiydi ve okullar tatildeydi. Neyse, bizim Tekir yeni eve çabuk alışmıştı, Özbek Apartmanı bahçe içindeydi, bu yüzden orada kendisine epeyce arkadaş da buldu, bazılarınıysa peşine takıp evimize soktu. İşte onlardan Pele ismini verdiğimiz siyah yavrunun televizyon seyretmeyi hayli sevdiğini fark ettik, yayında futbol maçı varsa hiç kaçırmıyordu, bir de “Tv’de Sinema” kuşağının mübtelâ-yi marazıydı.

Biliyorum, “Bonanza” diyeceksiniz, çok kişi öyle bilir de aslında bizde “Dolu Dizgin” ismiyle oynamıştı, Amerika’da NBC televizyonunda 12 Eylül 1959 ile 16 Ocak 1973 arasındaki on dört sezonda dört yüz otuz bölüm olarak gösterilen western dizisini ben de unutmadım, dizinin jeneriği Cartwright erkeklerinin Ponderosa çiftliklerinin haritasıyla açılıyordu, uçsuz bucaksız topraklar, ancak onlar sığırcılar mıydı yoksa dikenli telciler miydi, şimdi tam çıkaramıyorum. Benim kuşağımdan değilseniz de, sığırcı ve dikenli telci ayrımına saksıyı çalıştırmanız pek mümkün değildir, bizlerse onu “Red Kit” çizgi romanının “Dikenli Teller” faslından öğrenmiştik, mutlaka anımsayanlar vardır, “Dikenli Teller” ülkemizde ilk defa Bilge Şakrak’ın unutulmaz “Red Kit” fasiküllerinde yayınlanmıştı. Neyse, biz yeniden Cartwright erkeklerine dönelim: “Bonanza” aktörlerinin fotoğrafları ve senaryoları kullanılarak dizinin ayrıca bir de çizgi romanının yapıldığını bilen acaba kaç kişi vardır? Bizde Tay Yayınları tarafından Ferdi Sayışman’ın kaligrafisiyle ‘75 yılında büyük boy ve haftalık fasiküller hâlinde okurla buluşturulan “Bonanza” çizgi romanı maalesef satmamıştı.

‘75’de ORTF televizyonunun “Alo Polis” dizisini hiç kaçırmadım dersem, yalan olmaz. Fransa’da 24 Eylül 1966 günü gösterime giren bu dizinin değeri nedense bizde pek anlaşılamadı, bana sorarsanız Komiser Lambert rolünde Guy Tréjan ve Müfettiş Abade rolünde Fernand Berset müthiştiler derim. Aynı yıl “İki Açıkgöz” ismiyle ekrana gelen Bud Abbott ve Lou Costello filmleriyse ayrı bir favorimdi. ‘75 aynı zamanda televizyon markalarındaki rekabetin çılgınlaştığı yıldı, örneğin Nisan ayının Hürriyet gazetesindeki reklam sayfalarına şöyle bir baksanız ne demek istediğimi anlarsınız. “Televizyon almak ticari değil bilimsel bir iştir, bu gerçeği bilen yüz otuz sekiz ülkenin insanları dünyada en çok satılan televizyon Sharp’ı seçiyor”, “Bugünü değil yarını düşünen Blaupunkt televizyonları, renkli yayınları da sizlere siyah beyaz seyrettirecek yegâne televizyondur”, “Her marka için anten kurdum, en iyi görüntü hep Philips’te”, “AEG televizyonu, görüntü ustası!”, “Evlâdiyelik televizyon Radiola”, “National, ışığı yakar gibi!”, “Uzaksanız mutlaka Telefunken almalısınız” ve “Biz konuşmuyoruz, alanlar söylüyor, Saba” gibi reklamları Hürriyet’in 15 Nisan ile 28 Nisan arasındaki nüshalarından sizin için seçtim, ancak bizim evdeki Tonberg markanın reklamına hiç rastlamamam tuhaftır. Oysa, AEG, National, Profilo, Telra ve Tonberg markalarının içinde bulunduğu paketin ‘76 yılında 163.088 televizyon sattığını biliyorum. Buna mukabil aynı yıl Sharp 55.088, Blaupunkt 17.689, Philips 78.725, Schaub Lorenz 43.611, Telefunken 75.437, Grundig 100.265 ve Nordmende’nin içinde olduğu pakettekilerse 60.998 adet satmış, yani toplamda 682.852. Bir yıl önceki nüfus sayımında 40.347.719 olarak çıkmıştık, ‘76’daki 682.852’ye ‘75’deki 571.000’i, ‘74’deki 368.000’i, ‘73’deki 138.000’i ve ‘72’deki 40.555’i ekleyerek, evlerdeki televizyon sayısını nüfusa oranlarsanız, dört yıl içindeki toplumsal ve kültürel değişimin hızı için ilginç sonuçlara ulaşabilirsiniz.

‘74 ile ‘80 arası ülkemizin en karanlık yıllarıdır, o dönemde 2.109’u solcu, 1.286’sı sağcı ve 281’i de güvenlik görevlisi olmak üzere toplamda 5.388 kişi politik şiddetin kurbanı olmuştur. ‘80 ise cinâyetlerin zirve yaptığı yıldır, sadece Ağustos ayında 358 kişi öldürülmüş, 368 kişi de yaralanmıştır. Bir “üst akıl” milletimizi “Soğuk Savaş” için anlamları değiştirilen solcu ve sağcı kavramlarıyla ikiye bölmüştü. Bu arada silâhlı solun da silâhlı sağın da İttihat ve Terakki kökenli olması hayli ilginçti, “kardeş kavgası” denen şey işte tam da buydu. Uğur Mumcu o şartlarda bir askerî darbeyi “yağmurun yağması kadar doğal” buluyordu ama darbe geciktikçe de gecikiyor, can kayıpları katlanarak artıyordu. Sonradan darbeci generallerden biri çatışmalara kasden göz yumduklarını imâ edecekti, yani meşrûiyetlerinin yaşar kalıcılığı için milletin bıktırılması için ne gerekiyorsa onu yapmışlardı, bu yüzden Anayasa oylamasında yüzde 91.37 ile “haklı” çıktılar.

Siz ‘80 sonrasındaki politikacıların mütedeyyin olmalarına aldanmayın, onların mütedeyyinlikleri “Doğan görünümlü Şahin” aldatmacısından farksızdı, toplumuzdaki en önemli kültürel değişimler, menfi yönden, kontrollerindeki televizyon ve matbûatla sağlandı, televizonda “Dallas” dizisi, matbûattaysa Hafta Sonu gazetesi, hepimize dayatılan yeni ahlâk anlayışının ifâdesiydi, kitlelerin fikren çıplaklaştırılarak yaşam tarzlarında pornografikleştirilmesi hedeflenmişti, nihâyetinde başardılar da. CBS televizyonunda 2 Nisan 1978 ile 3 Mayıs 1981 arasında gösterilen “Dallas”, nedense pek sevdiğimiz “Beyaz Amerika” ahlâksızlığının zirvesiydi, inanın bana, bir kıyas yapılsa, Sue Ellen Ewing rolündeki Linda Gray meşhûr Linda Lovelace’ı yaya bırakır, J. R. Ewing rolündeki Larry Hangman ise Rocco Siffredi’nin “motor” aksâmını sanayiye tamire gönderirdi.

Bir kaynakta “Dallas” için “pembe dizi” denmesi bana pek komik geliyor, yahu “pembe dizi” de neymiş, düpedüz sapsız samanlar ve abaza döküntüleri için çekilmişti “Dallas” dizisinin üç yüz elli yedi bölümü. O yıllar için “pembe dizi” örneği olarak, size Tom Keating’i Sam Elliott’un oynadığı “Aspen” dizisini verebilirim. Renkli yayına geçildikten sonraysa“Tutti Frutti” veya “Kırmızı Nokta” kuşaklarına ayrı bir yazıda değineceğim. Ancak, “Dallas” dizisinin yine de ‘80 sonrasında Körfez Savaşı denen bahâneyi televizyonlarının karşısında hamburger yiyip kola içerek “naklen” seyredenlerin ahlâksızlıkları yanında solda sıfır kaldığı düşüncesinde olduğumu da şimdiden çıtlatayım: Sahi, Şühedâ veya al-Ma’mun köprüsü Amerikan uçakları tarafından bombalanırken, hamburgerinizi nereden söylemiştiniz?

Televizyonun ülkemize hayli geç girdiği bir hakikattır, bunun önemli nedenlerinden biri de Devlet Planlama Teşkilâtı’na hâkim olan zihniyetti, oradaki yönetici kadro televizyonu bir “döviz kaybı” ve bir “güvenlik” meselesi olarak görüyordu, örneğin Yalçın Küçük üstâdımız, teşkilâtın “Uzun Vadeli Planlar Dairesi” müdürüyken, televizyona hep karşı çıkmıştı. Hadi, o zihniyet bir şekilde delinip de Nuran Devres’in “Burası üçüncü bant beşinci kanaldan deneme yayını yapan Ankara Televizyonu, bugün 31 Ocak 1968” anonsuyla televizyonlu yaşama başladık diyelim, peki renkli yayına niçin Bulgaristan’dan, Gürcistan’dan, Ermenistan’dan, Azerbaycan’dan, Pakistan’dan, İran’dan, Irak’tan ve Suriye’den daha sonra geçtik, bir bilen var mı? İsterseniz, sağdan soldan sallamalara kulak vermeden önce Beşinci Beş Yıllık Kalkınma Planı’na bir göz atın, çünkü hakikat orada.

Renkli yayını sonra uzun uzadıya yazacağımı söyledim, ancak renkli yayınla yaşamlarımızın renklendiği düşüncesinde değilim, baştan bilin, buna mukabeleten İsmail Cem döneminde yayınlar siyah beyazdı ama onun televizyonculuk anlayışı yaşamlarımızı hayli renklendirmişti. Biliyorum, artık yoruldunuz, bu defa size şarkı dinletmeyeceğim, fıkra gibi bir hakikatla noktayı koyacağım: TRT, yani Türkiye Radyo Televizyon Kurumu ‘64’de kurulmuşsa da, televizyon yayını yoktu, ilk deneme yayını için dört yıl kadar daha beklememiz gerekiyordu. Dikkat edin, televizyon yoktu demedim, televizyon yayını yoktu dedim, çünkü ‘60’lı yıllarda Ege’deki, Akdeniz’deki ve Güneydoğu Anadolu’daki bazı evlerde televizyon olduğunu biliyorum, kimisi Yunan Radyo Televizyonu’nu, kimisi Kıbrıs Yayın Kurumu’nu, kimisi de Suriye Televizyonu’nu seyrediyordu. Nüfusumuzun gerisi içinse “Vizontele” repliğindeki gibiydi televizyonun tanımı, anlasanıza, radyonun resimlisiydi işte. Sanat güneşimiz Zeki Müren’i görüp dinleyebilecekleri muhakkaktı ama kutu içindeki Zeki Müren’in onları görüp görmeyeceği bazılarının aklını karıştırıyordu, ya bir de görebiliyorsa, ev hâlidir kardeşim, insan icâbında donla geziyor, koskoca Zeki Müren’e öyle yakalanmak ayıp olmaz mıydı?

YORUMLAR (6)
YORUM YAZ
UYARI: Hakaret, küfür, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. (!) işaretine tıklayarak yorumla ilgili şikayetinizi editöre bildirebilirsiniz.
6 Yorum