Şâtırzâde Şöhret Bey’in bir köpeği var, asîl mi asîl...

Köpeği, bizim alafranga züppelerin bir mütemmim olarak gördüğü muhakkaksa da, onların kafa yapılarının pek uzağında durmayan ıslahâtçıların köpek düşmânlığını nereye koyacağız? İngiltere sefâretinin baskısıyla Sultan II’nci Mahmud sokak köpeklerini adalara tehcir etmeye kalkışmıştı da, bunu şeâmete yoran Müslüman halkın galeyânı üzerine kayıkçıların tehcirdeki köpekleri tantanayla şehre nasıl geri getirdikleri malûmunuzdur.

Şâtırzâde Şöhret Bey’i bilir misiniz? Bana hiç öyle kafadan bacaklı gibi bakmayın, asla avara kasnak işlemiyorum. Şâtırzâde Şöhret Bey sosyolojik bir vak’adır, alafranga züppe birâderlerden Felâtun Bey’in küçüğü, Bihruz Bey’in ise büyüğüdür. Yanılmıyorsunuz, onu Hüseyin Rahmi’nin “Şık” romanında korseli ve pudralı züppelerden biri olarak tanımıştınız. Felâtun Bey veya Bihruz Bey gibi bir mirasyedi olmadığından, romanda, aç karın yüksek nalın sallan tokurdaklarım sallan dolaşıyordu.
Bizim Şâtırzâde, bir gece Beyoğlu âlemlerini fethe çıktığında, piyasa aşüftelerinin en bayağılarından Madam Potiş’e çarpılır. Ancak, konaklarda büyümediğinden, odalıklardan cüce oynatmayı, ata binmeyi, bacak omuzayı veya zerzavatları suya batırmayı öğrenememiş, bu yüzden de maalesef aşağı köyden habersiz bir çaylak olarak Madam Potiş’in tuzağına düşmüştür. Otuz beşini geçkin Madam Potiş’iyse hiç sormayın, apukurya maskarasıdır, bitli kokonadır, ağır vasıtadır, amma velâkin kaknem karı dâim ül evkat eteği belinde dolaşmaktadır. Şöhret Bey’in henüz ağaçtan düşmediğini şıppadak anlamıştır, fırsat bu fırsat ya, zavallıyı soyup soğana çevirmek maksadıyla onun altına üstüne çivi çakmış hâliyle oynamaya başlar. Bir gün de, “Benim güzel Şöhretciğim, alafranga âdetlerinin her bir inceliğini nasıl da bilir! Öyle ya, her bir süsleri mükemmel olarak sokağa çıkan bir erkekle kadının yanlarında zarif bir köpek bulunmaması Avrupaca çok büyük ayıplardan sayılır! Allah göstermesin, niçin herkesin ayıplayan bakışlarına uğrayalım? Elbette güzel bir köpek bulur da öyle sokağa çıkarız,” demez mi, siz şimdiden sonrasının şamatasını tahayyül etmeye başlayın.

***

Cins köpek, “Kaniş”, “Dakhund”, “Airedale teriyeri”, “Bişon çuha”, “Afagan tazısı”, “Pomeranian” veya “Bedlington”, cinsin ismi hiç mühim değil, sadece köpeğin asîl cinslerin birinden olması mühim, öylesi de alafranga züppenin mütemmimi, tamam, bunu anladık da çeyreğe bohça yırttıran Madam Potiş cins köpeğe meteliği nereden bulacak? Arkadaşları da kendisi gibi ipsiz sapsız takımından, bu nedenle saksıyı çalıştırır, sonunda Pangaltı sokaklarında bazı akşamlar kuru ekmek verdiği bir deri bir kemik bodur köpek aklına gelir. Şâtırzâde Şöhret Bey’e cins köpek diye onu yutturacaktır, hayvana kırmızı ipekli kumaştan bir başlık dikip biçer, ona bir de bir buçuk metre uzunluğunda kalın ipten bir kordon takar, yumurtanın sarısı, uçup gitti işin yarısı! İstanbul’un sokak köpeği kırmızı ipekli kumaştan başlıkla olmuştur “Carlen” cinsi bir kuçu kuçu: Romanın bundan sonraki beş bölümü hayli komiktir, Ertem Eğilmez niçin sinemaya uyarlayıp da Kemal Sunallı bir film yapmamıştır, inanın aklım almıyor, oysa “Şık” tam da “Arzu Film” ekolüne uygun komik bir hikâyedir.

***

Köpeği, bizim alafranga züppelerin bir mütemmim olarak gördüğü muhakkaksa da, onların kafa yapılarının pek uzağında durmayan ıslahâtçıların köpek düşmânlığını nereye koyacağız? İngiltere sefâretinin baskısıyla Sultan II’nci Mahmud sokak köpeklerini adalara tehcir etmeye kalkışmıştı da, bunu şeâmete yoran Müslüman halkın galeyânı üzerine kayıkçıların tehcirdeki köpekleri tantanayla şehre nasıl geri getirdikleri malûmunuzdur. Sultan Abdülazîz devrinde de benzer bir teşebbüs olduğunu söyleyeyim, ama yangınlar ahşap İstanbul’u kül edince, halkımız ona da köpeklere yapılan zulme karşı gazabı-ı ilâhî yorumunu yapmış ve bunun üzerine köpeklerimiz mahallerine dönebilmişlerdi. Sonrasındakileriyse aklıma dahi getirmek istemiyorum, çünkü bazı İttihatçı görünümlü vicdânsızlar, fırkaları iktidar olunca, Sultan II’nci Abdülhamid hayvanları pek sevdiğinden, sakın ha Şehremini Suphi ve Şehremini Cemil isimlerini unutmayın, istibdâda nefretlerini sokak hayvanlarına nefrete tahvîl etmişlerdi. Yanılmıyorsunuz, küfür listemin başına Abdullah Cevdet’i yerleştiriyorum. Anımsarsınız, bu kelb-i akurun “İstanbul’da Köpekler” başlıklı risâlesinde, Sultan II’nci Mahmud’dan başlayıp, köpek itlâfı yapmayan kim varsa hepsinin sülâlesine nasıl bir bir saydırdığını daha evvel yazmıştım. Onun büzükdaşı Şehremini Suphi ve Şehremini Cemil ise, önce zilgir zibidi takımından köpek katilleri devşirmişler, Şehremini Suphi onlara sokaklardaki yavru köpekleri zehirleterek veya boğdurarak öldürtmüş, ardındansa seksen bin kadar köpeği toplattırıp Hayırsızada’ya attırmıştı. Suphi’den sonra şehremini koltuğuna çöken Cemil ise, anılarına bakabilirsiniz, Suphi’den kaçıp köşe bucak saklanan otuz bin köpeği bulup onları da itlâf etmekle övünmüştür. Bu zulmün fukara Müslüman mahallelerinde şedit bir İttihatçı düşmânlığı yarattığı muhakkaktır. Şehremini Suphi’yi ve Şehremini Cemil’i sadece Pera’nın gâvurunun alkışlamasıysa ilginçtir, zehirli köfteleri Cadde-i Kebir’e çıkan Çingenelere köpekleri öldürsünler diye onlar vermiştir. Maalesef bizim Şâtırzâde Şöhret Bey’in “asîl” köpeği Drol’ü de Frenk’in biri revolveriyle öldürüyor: Pera’nın Rum, Ermeni, Yahudi ve Levanten nüfusunun Mütareke’deki şımarıklıklarını artık geçiyorum, anlatmaktan dilimde tüy bitti, peki siz Müslüman halkın ‘55 yılındaki 6-7 Eylül veya ‘64 yılındaki Rum Tehciri olaylarına “sessiz” kalmasında onların vaktiyle köpeklere yaptığı zulmün payının olmadığını mı sanıyorsunuz?

***

Aslında bir de Gümülcüneli Nasuh Paşa’nın 1611 ile 1614 arasındaki sadrazamlığında köpek tehciri var, bilen pek azdır, şehrin dört mevleviyet bölgesindeki kasaplar sokak köpeklerinin hırsızlıklarından şikâyetçi olunca, çiçeği burnunda sadrazam bir ferman çıkartıp kullukçulara sokaklardan köpekleri toplattırır. Bağlanarak Sirkeci’ye getirilen köpekler, oradan da kayıklara yüklenip, medeniyetten uzak karşı yakaya açlıktan ölmeleri için bırakılmışlardır. Eden bulur inleyen ölür diyeceğim ama Bostancıbaşı Ohrili Hüseyin Ağa’nın ipi boynuna geçince Nasuh Paşa inlemeye dahi vakit bulamamıştır. Yeri gelmişken kulağınıza fısıldayayım: Kırım Harbi sırasında Fransız ve İngiliz neferlerinin İstanbul sokaklarında yaptığı köpek katliamlarını da bir yerlere not düşmeyi unutmayın, çünkü başka bir yazımda Kırım Harbi’nin şehir yaşamında neleri değiştirdiğinden bahsetmeye niyetliyim.

***

Geldik Cumhuriyet devri belediyeciliğimize, şâyet onları sokak hayvanlarının üzerinden okumaya kalkışırsanız, maalesef sağcısının da solcusunun da ruhlarına Şehremini Suphi’nin ve Şehremini Cemil’in merhametsizliğinin kaçtığını görürsünüz. Bir ara Son Posta arşivine çalışırken, gazetenin 11 Ekim 1937 günlü nüshasındaki “İstanbul’da sekiz ayda 9.037 kedi ve köpek öldürüldü”, 30 Ocak 1938 günlü nüshasındaki “Yedi ayda 11.220 köpek, 507 kedi öldürüldü” ve 3 Ocak 1939 günlü nüshasındaki “Bir yılda 17.182 köpek, 2.150 kedi imha edildi” haberlerini görünce, kahrolup arşivden çıktığımı anımsıyorum. Oysa, sokak hayvanlarına ilişkin alçaklık “Batılılaşma” mâcerâmızda hep olmuştur, örneğin ‘84’de İstanbul Belediye Başkanı seçilen ve hayvanseverlere kızıp da “Güney Kore’den turist getirtip şehirdeki sokak köpeklerinin hepsini onlara yedirteceğim!” diyen Bedrettin Dalan değil miydi? Cumhuriyet sadece sokak hayvanlarına sâhip çıkmayı İstanbul’daki Müslüman alt sınıftan Kemalist orta sınıfa kaydırmıştır, bu yüzden de Kadıköyü’nün Moda, Fenerbahçe ve Suâdiye gibi semtleri hayli önemli birer “sosyolojik vak’a” olarak karşımıza çıkıyorlar. Ancak, ekalliyetten orta sınıfın ikamet ettiği semtlerin öyle olmadığını da bilin, sadece 23 Temmuz 1937 günü İstanbul’da öldürülen üç yüz kırk sekiz kedinin semtlere göre dağılımına baksanız bile ne demek istediğimi anlarsınız: ‘90’lı yılların sonlarında Moda’da Tarçın isimli bir sokak köpeği vardı, ismini renginden almıştı, o yıllarda eşim Moda’da çalışıyordu, bu yüzden de Moda’ya her çıkışımda “Lima Emlâk” önünde Tarçın ile karşılaşıyordum. Onun, sanırım 2016 yılıydı, Ferit Tek Sokak’ta uyurken, ters yönde aşırı süratle giden bir aracın altında kalıp öldüğünü duyduğumda, günlerce kendime gelememiştim. İki yıl kadar sonraysa İskender Giray’ın yaptığı Tarçın heykeli “Lima Emlâk” önüne dikildi. Ölümünden sonra heykeli dikilen bir başka sokak köpeğiyse Dalyan semtinin Tommy’siydi, ona da bir araba çarpmıştı, nefis heykeliyse Hüseyin Öztürk’ün işidir. İstanbul’da ölmeden önce heykeli yapılan belki de yegâne sokak köpeği Raki’dir, şehrin Avrupa yakasındaki bir üniversitenin önüne dikilen heykeli hâlâ duruyor mu, işte ondan pek emin değilim.

***

İlk gençliğimde İstanbul’da Eminönü’ndeki Yemiş İskelesi’nde tepesinde “Canlı Balık Deniz Müzesi Artist Yaşar Yeni Marifetlerine Başladı” yazılı tabela bulunan bir tekne vardı, sanırım ‘50’li yılların sonlarından beri ordaymış, merâk edenler ‘60 yapımı “Ayşecik Şeytan Çekici” filminden bakabilir, ben Artist Yaşar isimli foku anımsamıyorum, İnci ve Nazlı isimlerindeki fokları da, fakat bütün gün fıçının üstünde duran yaşlı pelikanı görmüşlüğüm çoktur, sanırım ismi Mustafa’ydı. Onunla fotoğraf çektirilirdi, sonradan sorup soruşturmuştum, “Canlı Balık Deniz Müzesi” teknesinin Abdurrahman Kıran isimli şahsın olduğunu söylemişlerdi, ama bu bilginin sıhhatinden şüpheliyim, bir türlü de teyidini sağlayamadım. Bunları niçin yazdım derseniz de, fıçı ile deniz arasında bir cüce biletçinin, fıçı ile kara arasındaysa bir sokak köpeğinin aklıma kazınmasındandır. Bütün belgelere tek tek baktım, pelikan hiç değişmemesine rağmen köpek yıllar içinde sürekli değişiyor, bunun nedeniyse kesinlikle belediyelerin politikası olmalıydı.

***

İstanbul’un sokak köpeklerinin bilinen hiçbir cinsten olmadığını Moltke yazmıştı, kimileri Bizans’tan kaldıklarını, kimileriyse fetih sırasında şehre girdiklerini söylüyor. Paul de Régla ırkın Kırım Harbi sonrasında değiştiği inancındadır, bunun nedeniyse o devirde alafranga züppelerin ve ekalliyetin Avrupa’dan çok sayıda köpek getirtmesidir. Onlar çoğu defa Frenk mahallelerindeki sokak köpekleriyle çiftleştiğinden ırkın saflığını bozmuştur. Paul de Régla’ya göre hakiki İstanbul köpeğine de ancak Müslüman mahallelerinde rastlamak mümkünmüş. Lady Craven sokak köpeklerimizin ırkı için “korkunç ve saldırgan”, Marmier ise “çirkin” ifâdesini kullanıyor. Oysa, Paul de Régla ve Edmondo de Amicis onlarla aynı görüşte değildirler. Biz de öyle, rehberimizse Ahmed Rasim, Sadri Sema, Sermet Muhtar ve İsmet Sungurbey üstâdlarımızdır. Bu konuya yeniden döneceğim, ama okuduğunuz yazıya üç nokta koymamın vakti geldi geçiyor, hadi bu defa da size güftesi Ümit Yaşar’a, bestesi Ahmed Kadri Rizeli’ye ait bir Hicâz şarkıyla vedâ edeyim: “Böyledir akşamları İstanbul’un / Bir efkâr basar içini çoğu zaman / Yalnızlığın, çâresizliğin aklına gelir / Hâtıralar uçup gider avuçlarından”...

YORUMLAR (9)
YORUM YAZ
UYARI: Hakaret, küfür, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. (!) işaretine tıklayarak yorumla ilgili şikayetinizi editöre bildirebilirsiniz.
9 Yorum