‘Kimseye etmem şikâyet, ağlarım ben hâlime’
“Âşiyân’ın hemen altında Kayalar, üstündeyse Şehitlik mezarlıkları var, ikincisine niçin Şehitlik dendiğine ilişkin kayıtlar tartışmalıdır, orası düpedüz Bektaşi tekkesinin kabristanıydı ama başka definlerin yapıldığı da muhakkaktır.”
Laleli ile Şehzâdebaşı arasındaki Hüseyin Ağa Yokuşu’nun başında dünyaya gelen Tevfik Fikret’in Hisar’a geçişi altı lira maaşla Robert Kolej’de muallimliğe başlamasından birkaç yıl sonradır, başta iskeleye kurb-i mesâfedeki kayınpederi Mustafa Kâmil Bey’in yalısında bilâ bedel oturmuştu, ancak Hikmet Feridun Es’in 4 Şubat 1945 günlü Akşam gazetesinde yazdığına göre, balıkçı teknelerinden yükselen yakası açılmadık küfürleri işitmemek için oradan çıkıp, hisarın dibindeki kırmızı köşke kiracı girmiş. 1905 yılındaysa, Hüseyin Ağa Yokuşu’ndaki ahşap satılınca, Tevfik Fikret, kolejden talebesi Nurettin’in dedesi Haydar Bey’den Kayalar mevkiinin üst kısmında bir arsa satın almış. Oraya yüz yirmi altın lira vermiş, sonra arsaya muttasıl başka bir kısma da elli altın lira saymış. Toplamda yüz yetmiş altın liraya aldığı iki arsa üzerine bin beş yüz altın lira harcayarak bir kalfaya Âşiyân’ı inşât ettirmiş.
Binânın en eski fotoğraflarından biri 7 Ocak 1932 tarihli Servet-i Fünûn’da yayınlanmıştı, mecmûaya bakanların şimdiki Âşiyân’ın o günkü Âşiyân’a pek benzemediğini fark edeceklerine eminim. Âşiyân’da 1906 ile 1915 arasında yaşayan şâir maalesef mutluluğu ve huzuru bir türlü bulamaz, orada büyük sıkıntılar çeker. Önce oğlu Halûk’un din değiştirmesiyle yıkılır, peşinden arkadaşlarının pek çoğuyla arası açılır. Zevcesi Nâzima Hanım ile de inişli çıkışlı ilşkisi olduğu muhakkaktır. Kadın düşkünü Mehmed Rauf’un ise onlara dokunması ayrı bir bahistir, önce Tevfik Fikret’in halasının kızı Ayşe Sermet Hanım’ı baştan çıkarmıştır, üstüne üstlük bir de Mehmed Rauf ile Nâzima Hanım arasında “aşk-ı memnû” olduğuna ilişkin rivâyetlerin çıktığını yazanlar bulunuyor. Ancak, ben bu “aşk-ı memnû” işinden şüpheliyim, çünkü başı sonu fazlasıyla bühtâna benziyor. Nâzima Hanım için bir şey diyemem, ancak bildiğimiz kadarıyla Tevfik Fikret zevcesini aldatacak fıtratta biri değildir. İsterseniz siz de Halûk’un mürebbiyesi Rita’yı ve ressam Mihri Müşfik’i araştırın. Son yıllarıysa, tam bir fecâat, şeker onu yiyip bitirir. İlk araz sağ kolundaki “flegmon” olur, Tevfik Fikret’e narkoz vermeden, kolunu yarıp cerâhatı temizlerlerse de, verem mikrobunun ciğerlerini sardığı anlaşılır, onun peşindense karnında “periton iltahâbı” başlar. Bir müddet sonra kan işemeye başlayınca, nefesi de tükenir.
***
Âşiyân’ın hemen altında Kayalar, üstündeyse Şehitlik mezarlıkları var, ikincisine niçin Şehitlik dendiğine ilişkin kayıtlar tartışmalıdır, orası düpedüz Bektaşi tekkesinin kabristanıydı ama başka definlerin yapıldığı da muhakkaktır. Şehitlik Mezarlığı’nın edebiyatımıza sansasyonel şekilde girişinin Safvet Nezihî’nin “Zavallı Necdet” romanıyla olduğunu söylersem, yalan olmaz. Romanın kahramanlarından Fatma Müzehher kalp illetinden vefât edince, onu Şehitlik Mezarlığı’nın ucuna, yeni dikilmiş olan bir ağacın sağ tarafına defnederler. Bunun üzerine Necdet Feridun ise aylarca vicdân azâbıyla boğuşur, sonunda sinir buhranıyla damarına aşırı dozda morfin zerk edip, ebedî uykusuna yatar. O zavallıyı da Fatma Müzehher’in ağacının sol tarafında toprağa verirler. Bana sorarsanız, size “Zavallı Necdet” romanının Bâb-ı Âli’ye bomba gibi düştüğünü söylerim, yediden yetmişe herkesin eline geçmiş, muhtemelen kitapçılığımızın ilk çok satan romanı olmuş, çeyiz sandıklarında hâneden hâneye taşınmıştır. Sermet Muhtar’ın da romanın yeni doğan çocuklara kahramanlarının isimlerini vermek modasının başlattığını yazdığını anımsıyorum. Romanla ilgili en şeker şurubu anıyı ise yıllar önce Mustafa Nihat Özön’den okumuştum, çocukluğunda Hisar’da otururlarmış, vâlidesi ve teyzesi bir gün Necdet’in vefâtından dolayı kafayı yiyip, yanlarında da altı veya yedi yaşındaki Mustafa Nihat vardır, tepeye çıkıp saatlerce Necdet’in kabrini aramışlar. Şehitlik’ten günümüze maalesef pek az mezar ve mezar taşı kalmıştır, edebiyatımız açısından onlardan önemli olan mezar Hüseyin Galib Paşa’nın kızı Kerime Salahor’unki olabilir, pederinin vefâtı üzerine Süleymaniye’den amcası Ahmed Cemal Paşa’nın Arnavutköyü’ndeki konağına gelmiştir. Bu hanım Namık Kemal’in torunu Selma Ekrem’in kuzinidir. Selma Ekrem onu “Peçeye İsyân” isimli anı kitabında anlatmıştı, merâk eden oradan okuyabilir. Beni heyecânlandıran husus ise, Osmanlı Bankası’nın müşteri kartlarında Kerime Salahor’un verdiği iki adresten birinin Beyoğlu’ndaki Weiss Kitabevi olmasıdır, “Cadde-i Kebir, No. 483” adresinde mukim S. H. Weiss Kitabevi ile Kerime Salahor’un ilişkisi neydi, mutlaka araştırılmalıdır.
***
Tekke ve zaviyelerle türbelerin seddine ilişkin kanunun yürürlüğe girmesinden sonra, Şehitlik’teki Bektaşi tekkesinde Cafer Bey’in ve Fatma Hanım’ın ikamet ettiklerini, Ali Bey isminde birinin de orada zerzevat yetiştirip, ördek ve kaz beslediğini biliyoruz. Bu Ali Bey, Günay Kut’un ve Edhem Eldem’in “Rumelihisarı Şehitlik Dergâhı Mezar Taşları” isimli araştırmalarındaki bir dipnota nazaran, Ali Naci Dengiz olmalıdır. Tekkenin muhtemelen en iyi fotoğrafı John Kingsley Birge’ün “The Bektashi Order of Dervishes” kitabındadır, fotoğraftan anladığımız kadarıyla, tekke, meyilli arazide, sırtını tepeye yaslamış vaziyette, kâgir bir bodrum katı üzerine oturtulmuş tek katlı ahşap binâymış, maalesef ‘47 yılında yanıyor ve geriye sadece yıkık dökük kâgir kısmı kalıyor. Sonrası, gülerim ağlanacak hâlime cinsinden bir zırvalıktır, tekke yerine öyle bir binâ yaptılar ki, sormayın, araziye bizler gibi avâmdan olanlar giremediğinden, fotoğrafları üzerinden yazıyorum, aslıyla en ufak bir benzerliği bulunmuyor. Haydi bunu da geçtim, yahu fetihe ilişkin “Şühedâ Kuyusu” ve “Şehitlik” hususları tartışmalı olsalar dahi mevcûtken, sen o garâbeti hangi akla hizmet “Bizans Araştırmaları Merkezi” yaparsın? İnanın, kurnazlığınız kömürlük kedisi gibi sırıtıyor, kimse yutmaz.
Kayalar Mezarlığı derseniz, artık bu isimden orayı bulamazsınız, çünkü Kayalar’ı Âşiyan Mezarlığı yaptılar. Nigâr Hanım, İhsan Raif Hanım, efendim İhsan Raif Hanım dendiğinde, kulaklarıma hep Müzeyyen Senar’ın sesinden Kemânî Serkis Efendi’nin Nihâvend makamındaki “Kimseye etmem şikâyet, ağlarım ben hâlime / Titrerim mücrim gibi baktıkça istikbâlime” bestesi geliyor, çünkü güftesi İhsan Raif Hanım’ındır, Yahya Kemal, Orhan Veli, Ahmed Hamdi, Hilmi Ziya Ülken, Edip Cansever, Tezer Özlü, Attilâ İlhan ve Orhan Duru orada yatıyorlar. Aslında, İhsan Raif Hanım’ı da hemen öyle geçmeyelim, Mehmet Öklü’nün “Kimseye Etmem Şikâyet” isimli nefis bir biyografik romanı var, merhûmeyi bir de üstâdımızdan okuyun derim.
***
Şukûfe Nihal de Âşiyân’da ama kabri maalesef kayboldu. Selim İleri’nin “Mavi Kanatlarınla Yalnız Benim Olsaydın” isimli romanında yazdığı gibi, devrinin ma’bûdesi ömrünü huzurevinde akıl almaz bir ıssızlığın içinde tamamlamıştı, şimdi de ruhuna bir Fatiha okuyacak ziyâretçisi olmadan “kayıp” kabrinde uyuyor. Hadi, biz ona ve edebiyatımızın diğer kabirleri kayıplarına buradan bir Fatiha gönderelim. “Bismillahirrahmanirrahim. Elhamdülilâhi rabbil’alemin. Errahmânir’rahim. Mâliki yevmiddin. İyyâke na’budu ve iyyâke neste’în. İhdinessirâtal mustakîm. Sirâtallezine en’amte aleyhim. Gayrilmağdûbi aleyhim ve leddâllîn”. Oğlu Necdet Sander’in ise annesinin kabrininin yerini bilip bilmediğini şimdi pek merâk ettim, bunu vaktiyle niçin kendisine sormadığımdaki tepe sersemliğimeyse yanıyorum. Ama, Halide Nusret’ten Necdet Bey’in annesini huzurevinde bir defa dahi olsun ziyâret etmediğini okumuştum ya, içimde kabrine de hiç gitmediğine dâir kuvvetli bir his var, doğru değilse, vebâli bana yazılsın.
***
Âşiyân’dan biraz yürüdünüz mü sol koldaki sırtta Ali Gökboğa’nın kahvehânesi vardı, o yıllarda iki yanında “Pepsi”amblemi bulunan “Ali Baba Çay Bahçesi” tabelasını yeni asmıştı, oraya genellikle Vecdi Çıracıoğlu ve İbrahim Tuncay için giderdim. İbrahim, yanılmıyorsam Vecdi Çıracıoğlu ve Abdurrahman Baytaş ile aynı evde kalıyordu. Onu bazılarınız ‘80 öncesinin Politika gazetesinde çıkan karikatürlerinden mutlaka anımsayacaktır. Vecdi Çıracıoğlu iskelede değilse, mutlaka Ali Baba’daydı, bir defasında park gibi bir yerdeki kulübeden Korsan Salih’in cesedini birlikte çıkarmıştık, daha doğrusu günlerce beklemiş cesedi kokudan polis ve biz çıkaramamıştık da, Vecdi iskeleden Deli Hüseyin’i çağırmıştı, o da kafaya yarım şişe Altınbaş rakıyı dikip, cesedi ancak öyle dışarıya taşıyabilmişti. İskele cemâatinden Goril Sadık’ın vefâtı Korsan Salih’ten önce miydi yoksa sonra mıydı, emin değilim. Ama, Orhan Alkaya’nın ona yazdığı şiiri bilirsiniz, Orhan’ın Ali Baba’ya takılmasıysa benden epeyce öncedir, orada sıklıkla Bülent Uluer ve Fehmi Yaşar ile görülürdü. Bense Hisar’a, Hasan Kaçan, Metin Celal, Osman Canik, Mehmet Ulukan, Mustafa Öz, kendisine Asker Mustafa derdik, Mehmet Ulukan gibi o da ‘80 darbesinde ordudan re’sen emekliye sevkedilen solcu askerlerdendi, Seyhan Erözçelik ve Cezmi Ersöz ile giderdim. Asker Mustafa oradan kara kuru bir kıza tutulmuştu, ancak kızımız “bana bi’ koca lâzım, o da bu gece lâzım” cinsinden olmasına rağmen nedense Mustafa’ya hiç yüz vermiyordu, bu nedenle de Mustafa kendini rakı şişesine atmıştı. Yanarım yanarım da, en fazla, Asker Mustafa’nın o kızın elini dahi tutamadan Hakk’ın avucuna konmasına yanarım. Mehmet söyleyince anımsadım, bizim Asker Mustafa o sıralar meyhâne işletiyordu, onun meyhânesinde Osman Canik’in Beşiktaş’taki Çello isimli kafesinden tanıdığım küçük İskender ise garson olarak çalışıyordu, orada yer içer, sonra da Vecdi’nin veya Mustafa’nın evinde sızardık. Bir de Vecdi ile ara sıra, Şevket Dağ’ın evinin karşı sırasındaki, garaj gibi bir yere açılan “Eskici” bara takılmışlığımız vardır, hayli karanlık ve çok gürültülü bir yerdi, İstanbul’un entel dantel ne kadar ârızası varsa hepsi oradaydı, bu yüzden de dillerimize “Eskici” olarak takılan mekânı bir türlü sevememiştim.
***
‘51 yılında açıldığını duyduğum Ali Baba’nın kapanışı ‘95 gibi olmalı, bizden önceki kuşakların anılarında ne kadar yer tuttuğuna ilişkinse pek kayıt bulamadım, mekânı “Ali Baba Çay Bahçesi” yapansa bizim nesildi. Bilhassa da Derviş Zaim’in “Tabutta Rövaşata” filmi. Sanırım “Tabutta Rövaşata” kahvehânenin şehrimizdeki şöhretine de ülke çapında bir çukur ayna tutmuştu. Filmden Derviş Zaim’i ve rahmetli Ayşen Aydemir’i ise Ali Baba’dan anımsıyorum. Semtimiz yıllar boyunca Yeşilçam’ın bir platosu olmasına rağmen, hiçbir filmin ‘96 yılına kadar “Tabutta Rövaşata” etkisini yapamamasıysa tuhaftır. Aslında edebiyatta da öyle değil midir, örneğin Rumelihisarı’ndaki Muhtar Bey’in yalısından Abdülhak Şinasi Hisar’ın, doğup büyüdüğü Boğaziçi’nden ayrıcalıklı bir İstanbul medeniyeti inşâ ettiği kesindir de, “sol” ve “sağ” cenâhın dangalaklarınca değerinin hiç bilinmemesine, akılları ermeden kıçlarıyla sakız çiğniyorlar denir galiba. Boğaziçi’nde ona ayrı ve mufassal bir sayfa açacağımdan, şimdi sözü Abdülhak Şinasi kadar sevdiğim Nahid Sırrı Örik’e getirmek niyetindeyim. Üstâdımız Ankara dönüşünde Rumelihisarı’ndaki eski bir konağın selâmlık kısmına yerleşmişti, oradaki ilk yılında gümüşîli beyazlı, zayıf ve kısa tüylü bir erkek kedi yavrusunu sâhiplenir, konaktakilerin ismini Buldum Bey koydukları kedi, iki buçuk yıl boyunca Nahid Sırrı’nın en has arkadaşı olur, ancak evdeki siyatikli hizmetçi kadın, muhakkak sidiklidir de, bir gün pencereden içeriye girmeye çalışan kediyi kovalar, o sırada evde Nahid Sırrı’nın misâfirleri vardır, hiddetlense de kibârlığından onların yanında kadına ses etmez. Nahid Sırrı, ancak o gece geç vakitte yaptığı hatayı anlar, maalesef Buldum Bey sâhibine küsmüştür, konağa girmez. Bu da Nahid Sırrı’ın tirşe renginde bakan oğulcuğunu son görüşü olur. Nahid Sırrı’nın, onu anlattığı “Kaybettiğim Kediye Dâir” denemesinin şu satırlarıysa, yazımıza son noktayı koyuversin:
“Güzel tirşe rengi gözleriyle uzun uzun bakışında bütün bu sözlerin, zehir gibi acı sitemlerin bulunmuş olduğunu ve ben henüz yeni eve girip kapıyı kilitlerken onun Baltalimanı asfaltına inerek yolculuğa çıktığını, başını alıp uzaklaştığını katiyetle anladım. Fakat nereye, kime, kimlere gitti? Bütün araştırmalarımdan bunu öğrenemedim, sadece şu neticeye vardım ki, Buldum Bey, Rumelihisarı’nda hiç kimsenin evine sığınmamış, gurur ve şerefine indirilmiş darbenin kendi semtinde yaşayan insanlar tarafından bilinmesine razı olmayarak herhâlde pek uzaklara kaçmıştır.”