“Harâbât ehliyiz bu bir âlemdir, şevk ile onda dem sürenlerdeniz”

“Neyse, karnımızı doyurduk, dışarısı feci soğuk, paltomuzu giyip atkımızı boynumuza sardık, artık Yıldız’a doğru yürümeye başlayabiliriz, ancak çok gidemeyeceksiniz, çünkü şehir Hamidiye Camii’nin oralarda şıppadak bitiverecektir. Sonrasıysa, çayır çimen, in cin top oynuyor, karda kıyametteyse aç kurtlar dolaşıyor.”

30’lu yıllarda yaşasaydım, Yıldız tarafına sapmadan önce mutlaka Hüsn-i Tabiat Lokantası’na uğrar, kuru fasulye pilavın üstüne de yassı kadayıfı mideye indirirdim. Efendim, lokantamız Sinanpaşa Hamamı’nı geçtikten hemen sonra, deniz tarafında, 56 ve 58 numaradaymış. Biliyorum, tarifimize Sinanpaşa Hamamı’nı esâs aldık ya, soranı çok olacaktır. Boşuna aramayın, yaşım kadar yıldır yerinde yeller esiyor, şehrimizin Türk ve Müslüman kimliğini “imar” bahânesiyle yerle yeksân eden Demokrat Parti, onun dört asırlık mâzîsine de hiç acımayıp ‘57’de yıktırmıştı. Hamam, eski haritalardan da görebilirsiniz, Hayreddin İskelesi Sokağı’nın Beşiktaş Caddesi’ne çıktığı sağ köşededir, Ortaköy’e doğru az geçinceyse Hüsn-i Tabiat Lokantası karşınıza çıkıyormuş.

***

Osman Cemal üstadımızın pek sevdiği Hüsn-i Tabiat Lokantası’nın sâhibi Ürgüplü Hafız Mehmed Eraslan’dı, oğullarından Mustafa o yıllarda pek küçüktür, Refik onun büyüğü ama henüz o da çocuk, zavallı Mustafa, ‘44 yılında on yedi yaşındayken altı aydan beri çektiği bir hastalıktan şifâ bulamayarak Hakk’ın avucuna konacaktır. Neyse, karnımızı doyurduk, dışarısı feci soğuk, paltomuzu giyip atkımızı boynumuza sardık, artık Yıldız’a doğru yürümeye başlayabiliriz, ancak çok gidemeyeceksiniz, çünkü şehir Hamidiye Camii’nin oralarda şıppadak bitiverecektir. Sonrasıysa, çayır çimen, in cin top oynuyor, karda kıyametteyse aç kurtlar dolaşıyor.

Barbaros Bulvarı ‘58’de açıldı da ne oldu, benim üniversite yıllarımda bile, ‘76 ile ‘80 arasından bahsediyorum, köprü sapağından sonra yine ıssızlık başlıyordu. Balmumcu’daki Sinema Televizyon Enstitüsü’nde film gösterileri yapılıyordu, enstitünün önü arkası sağı solu boş, belediye otobüsü desen saatte bir ya geçer ya geçmezdi, bu yüzden de oradaki film gösterilerine gitmek için kar fırtınalarında Ahmet Zeki Pamuk ile Beşiktaş’tan bir buçuk kilometreyi yürüdüğümüz çok olmuştur. Meğerse Besim Dalgıç o gösterileri Sami Şekeroğlu’nun bilgisi ve onayıyla düzenleyen Öğrenci Temsilciliği’nin içindeymiş. Besim ile ‘84 yılında Isparta’da tanıştığımdan, Ümit Gürkan’ın ve Oğuz Bayrakçı’nın film gösterilerindeki katkılarını ondan epey sonra öğrendim.

***

Balmumcu dediğim mahal, eskiden Sultan Mecid’in çiftliğiymiş, sınırlarını merâk edenlerse 23 Recep 1256 tarihli haritaya bakabilir, ‘30’lu yıllarda bazı uyanıklar oraya birkaç binâ kondurmaya çalışmışlarsa da, 25 Şubat 1933 günlü Son Posta gazetesinden Defterdarlığın o kaçak yapılaşmayı durdurdurduğunu öğreniyoruz. Ancak, çok değil, sadece yedi yıl sonra, 12 Şubat 1940 günlü Akşam gazetesi “Balmumcu Çiftliği Satılıyor” haberiyle çıkacaktır, meğerse Maliye Vekâletimiz “görülen lüzûm üzerine” üç yüz elli hektarın parsellere taksimi suretiyle arâzinin satılığa çıkarılması kararını almış.

Sinema Televizyon Enstitüsü’nün hemen arkası Mecidiyeköyü, orası ‘30’ların nâmberdâr dutluğu, köyün gazinolarını ve kır kahvehânelerini sadece avâm sevmiyor, ara sıra Mahmut Yesari’nin de kaçtığı olmuştur, aklımaysa ilk onun “Sağanak Altında” romanı geliyor. Üstadımız Mecidiyeköyü’nün sabahlarına bayılıyormuş ama köyün halkı hiç de öyle değil, o yılların Mecidiyeköyü’nün hakikatı 23 Ekim 1936 günlü Akşam gazetesinin “Sineklerin zaptettikleri bir köy, Mecidiyeköyü” manşetindedir, sanırım sinekler rakı kokusu yüzünden bir Mahmut Yesari’ye gelmiyormuş. Benim gençliğime dut ağaçlarının çoğu kalmamıştı, oysa ‘46 yılında köyde beş binden fazla dut ağacı varmış. Mecidiyeköyü’nden mahalle pazarlarına getirilen bazı etli dutlara ‘60 sonlarında ve ‘70 başlarında bile “Musa dutu” dendiğini anımsıyorum, çünkü köyde dutçuluk ‘93 Harbi muhâcirlerinden Musa ile başlamış, bu yüzden de Mecidiyeköyü dutu onun ismiyle anılmaya başlamış.

***

Osman Cemal, köyün önündeki dutluktan başka, karşısına düşen mahalde bir dutluk daha bulunduğunu, Dutluk ismiyle bilinen asıl mesirenin de orası olduğunu yazmıştı. ‘40’lı yıllarda mesire sahasına “gazino” ismi altında birkaç fuhuş yuvasının açıldığını dönemin gazetelerinden okumanız mümkündür, örneğin İsmail Hakkı’nın gazinosu. Adam yakalanıp hapse atılıyor ama zevcesi Ayşe boş durmuyor, kadın satmaya bu defa da o başlıyor. 9 Şubat 1941 günlü Son Posta gazetesinde, Ayşe’nin yakalandığının haberi var. Bunun üzerine gazino mühürleniyor, ama kısa bir süre sonra hapisten çıkan arını satmış namusunu dellâla vermiş İsmail Hakkı mühürü söküp, oraya yine sokarca cinsinden müşteri alıyor. İsmail Hakkı ile ilgili bulabildiğim son haber ise 29 Eylül 1942 günlü Son Posta gazetesindedir. Gazetemiz “Bir gizli fuhuş yuvası kapatıldı” başlığını atıyor. Gazino olur da hırgür eksik olur mu, örneğin 23 Eylül 1946 günlü Akşam gazetesinde Dutluk’taki İbrahim’in gazinosunun garsonlarından Hilmi’nin, hesâba itirâz eden kabzımal Reşat Aylan’ı bıçaklayıp öldürdüğü yazıyor. Haberdeki gazinocu İbrahim, Osman Cemal’deki gazinocu İbrahim midir, bilmiyorum.

Mecidiyeköyü demişken pek kimsenin bilmediği bir başka şeyi buraya not düşeyim: Efendim, köyün önü dutluksa, arkası da karanfil tarlalarıymış, vaktiyle şehrimizin en güzel karanfilleri Mecidiyeköyü’nde yetişirmiş, maalesef karanfil tarlaları dutluklardan epey önce yok olmuş. Bu yüzden karanfil cinslerinin “Nûr-u sefîd”, “Necm-i seher”, “Bedr-i bahar” ve “Nûr-u gülşen” gibi isimleri de galiba Mehmed Aşkî’nin “Ferahnâme” veya “Karanfilnâme” olarak bilinen eserinde kaldı, oysa Mehmed Aşkî tam yüz yirmi karanfili kaydetmişti. Peki, polisiye romancılığımızın büyük ustası Ümit Deniz’in yakasına iliştirdiği kırmızı karanfilin cinsini bana kim söyleyebilir?

***

Mecidiyeköyü’nden Levent Çiftliği’ne doğru çıkalım, hemen solda Yusuf İzzettin Efendi’nin Mâbeyn, Harem ve Bendegân köşkleri, Bendegân’ın arkasındaysa bir sera ve bir ahır bulunuyordu. Mâbeyn köşkü kâgir olmasına rağmen Harem ve Bendegân köşkleri ahşap karkaslıydı. Yusuf İzzettin Efendi 31 Ocak 1916 gecesi Mâbeyn köşkünde sol kol damarlarını ustura ile keserek intihâr ettiğinden, halkımız oraları “uğursuz mahal” olarak bellemişti, köşkün yukarı kısmıysa Yusuf İzzettin Efendi’nin uçsuz bucaksız av sahasıydı. Zincirlikuyu Mezarlığı’nın o av sahasının 380.847 metre karelik kısmına inşâ edilmesine ‘35 yılında başlandı, ‘41 yılındaysa ancak etrâfı duvarla çevrilebildi. Oraya ‘37 yılında, üç büyük muharririmizin, Abdülhak Hâmid’in, Ubeydullah Hatiboğlu’nun ve Ali Ekrem Bolayır’ın defnedilmesiyse, önemlidir. Bugünkü Levent semtinin temelleri İkinci Dünya Savaşı sonrasındaki mesken buhranı nedeniyle atılmış ve ilk olarak Türkiye Emlâk Kredi Bankası tarafından Levent Çiftliği arâzisinde üç yüz doksan bir evden oluşan Birinci Levent mahallesi tesis ve inşâ ettirilmiştir. Bu evlerin satışına 22 Aralık 1949 günü başlanıyor, 23 Aralık 1949 günlü Son Posta gazetesindeki habere göreyse, banka bir günde yüz on ev satmış. Benim Levent semtine ilgi duymam, şehir tarihçisi ve avukat arkadaşım rahmetli Neyyir Rüştü Esin sayesindedir, onun Göztepe ve Levent semtlerine ilişkin kitapları var, merhûmun kendi imkânlarıyla sınırlı sayıda bastırıp dostlarına hediye ettiği bu kitapları şâyet sahhaflarda bulursanız mutlaka alın, inanın harika eserler. Gazetelerdeki ve dergilerdeki “İstanbul” yazılarını çok sevdiğim Rüştü ile beni İlhami Soysal’ın yeğeni Gonca Soysal tanıştırmıştı, yıllarca haftanın birkaç günü onunla Sultanahmet’teki eski İstanbul Adliyesi’nin ceza koridorlarında birlikte olmuş, ara sıra da oradan Kumkapı’ya birer domuz sıkısı mikyâs-ı hacminde “Gıravatlı” atmaya inmiştik. Çalıştığım kurumun hukuk servisi Levent’e taşınıncaysa, Rüştü ile Gelik’te buluşuyorduk. Meğerse rahmetli ‘59 sonbaharından beri Levent’te oturuyormuş. Üstadımızı Karanfil Sokağı’nın bütün kedilerinin tanıdığına şâhidim, çocukluğundaki kedileri Şirin’i ve Yâver’i ise bana Gelik’te anlatmıştı. Fulyalı Sokak’ta oturan Rauf Mutluay’ın oğullarıyla arkadaşlık yapan, Karanfil Aralığı’ndan Mefharet Yıldırım’a, Celal Şahin’e ve üstlerindeki Sümbül Sokak’tan da Türkan Şoray’a komşu olan Rüştü’yü maalesef 2017 yılını devirmeye sayılı günler kalmışken kalpten kaybettik, şimdi Zincirlikuyu’daki kabrinde uyuyor.

Levent’e gelmişken Yılmaz Güney’i ıskalamayalım, onun feodal fıtratından hiç hoşlanmadığım malûmat-ı külliyenizden olsun, ancak iyi romancıdır, “Sürü”, “Düşman” ve “Yol” filmlerinin senaryolarını da roman tekniğinde yazdığından hayli başarılı buluyorum, yıldızımız “Umut” ve “Zavallılar” filmlerindeki oyunculuğunun dışındaysa Yeşilçam’da kombin sisteminin Adana ruhu olmuştu. Onun yüz beş bin lira saydığı ‘63 model Oldsmobile otomobilini Türkiye İşçi Partisi’nin genel başkanı Mehmet Ali Aybar’a tahsis etmesi hoş da, Fikret Babuş’u, Engin Mert’i, Zihni Çetiner’i, Süleyman Aslan’ı ve Kemal Aykaç’ı “gerilla harbi” için Taşkın Tanman ile Andırın taraflarına göndertmesini veya Türkiye Halk Kurtuluş Partisi’nden Mahir Çayan’ı, Hüseyin Cevahir’i ve Oktay Etiman’ı ‘66 model Buick Riviera’sı ile Mektep Sokak’taki iki katlı villasına getirip saklamasını akılsızlık sayarım.

***

Levent’te yol üstündeki her küflü kocayı bilen Hıncal Uluç’u anmadan olmaz, yıllar öncesinde her Salı arkadaşlarıyla Daily Kafe’deydi, sanırım kafenin sâhibi Özcan Karamahmutoğlu’nu tanıyordu. Salı mahfilindeki çekirdek kadroysa Hıncal Uluç’un Ortaköy’den “Hû Tarikatı” arkadaşlarıymış, bazılarına göre Ertekin Dinçay mahfil toplantılarından sıkılınca onları “Café des Theatres” isimli mekânından kovalamış ve Hıncal Uluç da sosyetede “Bay Şapka” olarak tanınan ihtiyara küsüp, ekibi Levent’e getirmiş. Bu doğru olabilir, çünkü Ertekin Dinçay’ı Daily Kafe’de hiç görmedim, oysa Ali Poyrazoğlu, Rasim Özkanca, Nadir Güllü, Mustafa Sarıgül, Alp Yalman, Artun Ünsal, Celal Doğan, Işın Çelebi ve Metin Uca sık sık Daily Kafe’ye geliyorlardı. Mahfilin yemeklerinin Borsa’nın, tatlılarınınsa Güllüoğlu’nun ikrâmı olduğunu anımsıyorum.

Nisan sonu Mayıs başı oldu mu, Levent sokaklarına bahçelerden erguvanlar taşardı, ben de bir iki saatliğine dahi olsa Hisar’a inmek için sabırsızlanırdım. Levent Taksi’deki Recai’nin ‘54 model siyah Plymouth’una yetişemedim, orada da Uygun Taksi’de de artık Tofaş’ın 131’den ve Regata’dan türetilmiş kuş serisi hizmetteydi. Mecbûren onlardan birine atlayıp, Kale’ye inerdim. Geçenlerde emekli askerlerimizden Mehmet Ulukan söyledi, palamut mevsiminde her öğlen Zeki Ökten, Kemal Sunal ve Tarık Akan mutlaka oraya takılırlarmış, önce Kemal Sunal, peşindenden de Zeki Ökten Hakk’ın avucuna konunca, Tarık Akan bir daha Hisar’da görünmemiş. Bari “Yakışıklı” ömrünü yakasına dikseydi, ama maalesef o da olmadı. En iyisi mi, Kale’ye kadar inmişken masalardan birine çöküp, gidenlerin anılarına temas edecek bir İstanbul türküsü çığırayım, ne dersiniz?

“Harâbât ehliyiz bu bir âlemdir / Şevk ile onda dem sürenlerdeniz / Hesâp sorma bizden biz hayli demdir / Defter-i a’mâli dürenlerdeniz”...

YORUMLAR
YORUM YAZ
UYARI: Hakaret, küfür, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. (!) işaretine tıklayarak yorumla ilgili şikayetinizi editöre bildirebilirsiniz.