Gidenler dönmüyorsa da geri, unutmayın gidenleri...
“Ne zaman Zeytinburnu’na veya Bakırköyü’ne gitsem mutlaka Merkez Efendi Camii Hazîresi ve Mezarlığı’na uğrayıp, Bayezîd Umûmî Kütüphânesi sâbık müdürü İsmail Sâib Sencer’in kabrini ziyâret ederim”.
Bu akşam gün batarken gel / Sakın geç kalma, erken gel / Tahammülüm kalmadı artık / Aman geç kalma, erken gel”: Bu nefis Uşşak şarkı ile Ahmed Rasim’i hânesine bırakıp, biz Makriköy’den Bakırköyü’ne geçelim. Ben fona Nesrin Sipahi’nin ipeksi sesini koyarım, siz semtin değişimlerini Müzeyyen Senar’ın yorumuyla da çoğaltabilirsiniz, tercihlere asla arabacının beygirini kokarca yapmam.
Bakırköyü denince, aklıma en fazla Süha Doğan geliyor, onu en son emrâz-ı akliyye ve asabiyye hastahânesinde bıraktığımızı anımsarsınız. Ancak, oranın büyük şöhreti Süha Doğan değil, Neyzen Tevfik’tir, bazı kaynaklara nazaran bimârhâneye ‘29 ile ‘53 arasında on dört defa kayıtlı yatırılmıştır, kayıtsız yatırılışlarının sayısınıysa Allah bilir. Bakırköyü’nde Neyzen Tevfik’e “koğuş ağası” hürmeti gösterildiği artık yediden yetmişe herkesin dilinde, köpeği Mernuş ‘34 yılında öldüğünde, hastahânenin bahçesinde düzenlenen cenâze törenine hekimlerin ve hastaların cümlesinin katılması da buna delâlet eder. Ona 21 numaranın tahsisiyse ‘40 gibidir, Cahit Irgat dahi üstada oda arkadaşlığı yapmıştır. Peki, Safvet Nezihî orada Neyzen Tevfik ile hiç karşılaştı mı? Araştırmalarıma rağmen maalesef altına imzamı atacağım sıhhatli bir bilgi bulamadım. Saffet Nezihî, ‘39 yılının kışında hastahâneden taşlı köye taşındı, Bakırköyü’ne Cerahpaşa’dan nakli de, vefâtından altı yedi yıl kadar önce olmalıdır. Fikret Mualla ve Afife Jale bimârhânenin diğer şöhretleri, ama bir de kültür dünyamızın unutulanları var: Şâyet, iki isim verecek olsam, Sarmaşık Tekkesi’nin son şeyhi Hafız İbrahim Güner’in ‘58 yılında ve Halvetiyye’nin Sinâniyye-Zühriyye kolu şeyhlerinden Bektaşî babası Salih Râmiz Coşkun Eren’in de ‘62 yılında Bakırköyü Akıl Hastahânesi’nede son nefeslerini verdiklerini söylerim.
Haklısınız, hastahâne faslı uzadıkça, insanın cânı daha fazla cermakçur çekiyor, Bulgarın Meyhânesi’ne oturmadan önce isterseniz hiçbir semt tarihçisinin isimlerini zikretmediği Bakırköylü ediplerden bazılarını not düşeyim: Fransızca muallimlerinden Süreyya Kurtay, bir Bektaşî beybasıydı, onun vaktiyle Davul mecmûasını çıkardığı söylenir, ancak farklı tarihlerde birden fazla Davul mecmûası vardır, Süreyya Bey’in hangisini çıkardığını yazanaysa rastlamadım. Üstadımız ‘34 ile ‘36 arasında Bakırköyü’nde oturmuştu. Bir diğer edip muallimlerden olan Mes’ud Remzi Bey’in kısa süre Bezezyan Mektebi’nde çalıştığı kayıtlardadır. Son devir Mevlevî şâir ve ediplerinden Şevket Gavsi Bey’in yaşlılığını Bakırköyü’nde mahrûmiyet içinde geçirdiğin âleme dümme düdüktür, sanatkâr oğlu Daniş’in rakı yüzünden yirmi altı yaşındaki vefâtı kendisinin Hakk’ın avucuna oturmasından üç dört yıl kadar öncedir. Viyolonist ve muharrir İbnüttayyar Semahaddin Cem’in ise bir zamanlar Terakki Sokağı’ndaki 12 numarada yaşadığını okumuştum veya birinden duymuştum. Bu kadar yeter, vakt-i kerâhet diyorum, metrûk zamandaki gezintiler insanı feci yoruyor, hiç olmazsa iki üç saat bir yerde nefeslenilmeli. Söz verdiğim gibi size ‘30’lu ve ‘40’lı yılların Bulgarın Meyhânesi’nde masa açtıracağım. Biz orayı daha çok Todori’nin Meyhânesi olarak anımsıyoruz, Yeşilköy’de Çamözü Sokağı’nın sâhil ucundaydı, fasulyesi ve turşusu parmak yedirtirmiş. Fasulyesinin nefasetinin sırrı, başta Dermason olmasındadır, sonra da bakır tencerede ve kor ateşte yahni usûlü pişirilmesindedir. Turşusunun malzemesi de mutlaka Halkalı’daki bostanlardan gelirmiş. Halit Ziya’nın orayı pek sevdiğini biliyorum, fırsattan istifâde Bulgar’da üstadımızdan gül yetiştiriciliğine dair hayli şey öğrenebilirsiniz: Kalí óreksi!
Benim gençliğimde Suâdiye’den ve Bakırköyü’nden hep güzel kızların çıktığı söylenirdi, Suâdiyeli kızlara bir şey diyemem, ama fakültemizdeki Bakırköylü kızlar aklıma gelince, dilberlerin ‘70’lerden epey önce kilometrelerini doldurduklarına emin oldum. Örneğin, Cevizlik’teki Dantelacı Sokak’tan bir Eleni Halkusi veya Yeşilköy’deki İstanbul Caddesi’nden bir Marie Parisi artık yoktu. Bakın, şu mavi gözlü sarı saçlı Marie Parisi var ya, inanın çok ilginç bir zülüflü, istrerseniz onun hikâyesini 26 Temmuz 1931 günlü Milliyet gazetesinin “Beş kişi havada cayır cayır yandı!” manşetinden başlatalım: Fransız CIDNA firmasına ait Fokker F-7 tipi bir kargo uçağı 24 Temmuz sabahı saat 04.00 sularında İstanbul-Bükreş seferi için havalanmıştır. Uçağın pilotu Fransız Louis Bonnetête’dir, dört de kodaman tabakadan yolcusu vardır. Ancak, uçak, aklımda kaldığı kadarıyla, Bulgaristan’ın Mokren köyü yakınlarında ormanlık bir tepeye çarpıp, yanıyor. Pilotumuz Louis Bonnetête, damadımızdır, Yeşilköylü dilber Marie Parisi ile evleneliyse çok olmamıştır, Marie yıkılıp çıldırıyor, yedi veya sekiz yıl Yeşilköy’deki evinden dışarıya hiç adım atmıyor. Sonrasınıysa Turgay Tuna’dan okumuştum, İkinci Dünya Savaşı patlayınca İstanbul’dan Paris’e gitmiş ve orada direnişe katılmış,’46’da şeref madalyası alıyor, ardından da Hindiçin’de savaşıyor, ama kanser illetine yakalanıp aşkla sevdiği Yeşilköy’den çok uzaklarda son nefesini vermiştir.
Bakırköyü’nden biraz geriye gidince, Veliefendi, 18’nci yüzyılın ortalarından itibaren mahalle Veliefendi denmesi mecânîn-i kütüb ve hatt-ı ta’lîk sâhibi Silivrikapılı Veliyyüddün Efendi sayesindedir, orası aslında Çırpıcı Çayırı’nın güney batı kısmıydı. Surp Pırgiç’in karşısındaki İspitalya Bahçesi’nin ise Zühtü Bayar’ın yaşamında büyük önemi vardır, “ispitalya” İtalyanca’daki “hospitalia” kelimesinin bozuk teleffuzudur ve “hastahâne” anlamındadır. Şuna düpedüz “Hastahâne Bahçesi” diyelim, İspitalya’nın Surp Pırgiç Vakfı’na ait olması da bunu doğruluyor. Rahmetli Zühtü Bayar ağabeyimizin çocukluğu orada haylazlıkla geçmiştir, bahçenin yüksek duvarlarının üstüne iri cam parçaları konmuş, bekçisi de dazlak kafalı bir bahçevanmış. Nedense sağdan solan gelen çocuklar bahçevanı ve iki çoban köpeğini düşman bellemişler, bu yüzden de başlarına gelmedik iş kalmamış. Zühtü Bayar, hastahânenin karşısındaki Kirazlı Bahçe’yi de çok iyi anımsıyordu, Telsiz’deki gecekondularda yaşayanlar trenden doğru yürüdüklerinde o bahçenin içinden geçerlermiş. Bahçenin etrafı sık sık dikenli tellerle çevrilmişse de, Telsizliler her defasında dikenli telleri yıkmış. Ama, Telsizlilerin az ilerideki Arnavut’un Çiftliği’ne dalmaya korkmalarının nedeniyse şâyân-ı hayrettir. Beni en fazla da Şabanağa ile Tepebağ arasındaki buğday tarlasında bulunan birkaç asırlık ceviz ağacının ‘59 yılında birilerince kesilmesi üzmüştür.
Zeytinburnu’nun, insan sesi duyulmaz uçsuz bucaksız çayırlıklarda, fetihten sonra derici esnâfının iskan edilmesiyle ve mezbahaların kurulmasıyla inkişâf ettiğine dair görüşlerin asılsızlığı, değerli dostumuz Ömer Arısoy’un eski belediye binâsını restore ettirerek Kazlıçeşme Sanat’a dönüştürmesi sırasında oraya çıkmıştır. Önce yüz seksen altı metre karelik bir mozaik zemin bulunmuş, mozaiklerdeki motiflerin M.S. 2’nci yüzyıla tarihlendirilmesinden sonraysa, zeminin altında iki kişinin gömülü olduğu Roma dönemi bir lahit bulunmuştur, yapılan testler sonucunda hemşehrilerimizin kemik yaşları bin yedi yüz kırk beş olarak ölçülmüştür. Neyse biz yeniden Zeytinburnu’ndan yazarlara dönelim, Zühtü Bayar’ın peşine de Adnan Özer’i ve Saliha Sultan’ı yazın. Adnan’ın pederi demiryolcuydu, ‘62’de Zeytinburnu’na tayini çıkıyor, ‘67 yılına kadar da Telsiz’de kalıyorlar. Adnan bana arkalarındaki bahçeli güzel evde Ahmet Sezgin’in oturduğunu söylemişti. Rahmetli bir gün Aysel Tanju’yu misâfir getirince, Adnan’ın mahallenin yedisinden yetmişine nasıl oraya aktığını anlatırkenki kikirikliğini ise hıyardan hallice pek az münevverimiz anlayabilir. Adnan ilkokula Zeytinburnu’nda başlayıp, beşinci sınıfın ikinci yarısında Küçük Sinekli’ye gitmiştir. Saliha Sultan ise doğma büyüme Yeşiltepelidir. Belki de aramızdaki en has Zeytinburnulu odur. Peki, Zeytinburnu’nun bir zamanlar Yeşilçam’ın platosu olduğunu biliyor muydunuz? Ayhan Işıklı ‘62 yapımı “Üç Tekerlekli Bisiklet” , Fatma Girikli ‘62 yapımı “Sokak Kızı”, Orhan Gencebaylı ‘78 yapımı “Çilekeş”, Kemal Sunallı ‘78 yapımı “Yüz Numaralı Adam” ve yine Kemal Sunallı ‘79 yapımı “Bekçiler Kralı” Zeytinburnu’nda çekilen filmlerden aklıma ilk gelen birkaçının isimleri.
Ne zaman Zeytinburnu’na veya Bakırköyü’ne gitsem mutlaka Merkez Efendi Camii Hazîresi ve Mezarlığı’na uğrayıp, Bayezîd Umûmî Kütüphânesi sâbık müdürü ve Dârü’l-fünûn müderrislerinden ders-i âm fâzıl ve de allâme-i yegâne İsmail Sâib Sencer’in kabrini ziyâret ederim. Bu hususta yalnız değilim, Ramazan Minder ve Ömer Arısoy da var. Kahramanıma inerken hemen soldaki adanın başında yatan Nuri Arlasez’i de ihmâl etmiyorum. Biliyorsunuz, Nuri Bey ömrü boyunca medeniyetimizi çöplerden toplamıştı. Radıyallahu anhu. İsmail Sâib Efendi’nin mezarında sadece baş taşı vardır, huzûr derslerine katıldığına alâmet olmak üzere taş sırma şeritli sarıklı yapılmıştır. Taşın ön yüzüne büyük harflerle işlenen Türkçe kitâbe, taşçı ustasının satırları ayarlayamaması nedeniyle maalesef yaklaşık olarak yetmiş sekiz yıl boyunca yazım hatalı olarak kaldı. Sadece ön yüz mü, hayır, arka yüzüne nesih hatla işlenen tarih düşürme de hatalıydı. Bu utanç sonunda Bayezîd Devlet Kütüphânesi Müdürlüğü’nün 19 Mart 2018 tarihli İstanbul Büyükşehir Belediyesi Kültürel Mirası Koruma Müdürlüğü’ne müracaatıyla giderilmiştir. İsmail Sâib Efendi’nin mezarının başında her defasında da aklıma aynı Yahya Kemal anektodunun gelmesiyse, ilginç bir ayrıntı olabilir. Biliyorsunuz, üstadımız sefir olarak Madrid’e gittiğinde, ona biri Türkiye’nin nüfusunu sormuş. Yalan olmasın, o da seksen milyon gibi bir rakkam telaffuz etmiş. Bunu duyan ricâlden bir başkasıysa, “Nasıl olur, son nüfus sayımınız on üç milyonun biraz fazlası değil miydi?” meâlinde itiraz edince, Yahya Kemal istifini bozmadan, “Ben ölenlerimizi de saydım, çünkü onlarla birlikte yaşıyoruz!” şeklinde bir yanıt patlatıvermiş. Aslında haklıydı, çünkü o yıllarda apartmanlar inşâ etmek maksadıyla mezarlıklara göz dikmek ahlâksızlığı pek yaygın değildi. Ayrıca, Merkez Efendi Camii Hazîresi ve Mezarlığı’nda yatanlara bir bakın: Tanbûrî Cemil, Abdullah Cevdet, Rıza Nur, Tahirü’l Mevlevî, İsmail Habip Sevük, Adnan Adıvar, Hakkı Tarık Us, İbnülemin Mahmud Kemal, Abdülhak Şinasi Hisar, Halide Edip, Hamdullah Suphi Tanrıöver, Sabahattin Eyüboğlu, Ekrem Hakkı Ayverdi, Sâmiha Ayverdi, Faik Baysal ve Mehmed Şevket Eygi. Bu isimlerden hiçbirini ıskalamadan gün geçirmiyorum, öğle cermakçurlarımı da hep Tanbûrî Cemil’e bir Muhayyer Kürdî şarkıyla “Çak!” diyerek açıyorum, onun rûhunun zevcesi Saide Hanım ile yaralı olduğunu bildiğimden: “Ağladığın geceleri / Kalbindeki acıları / Çekinmeden bana getir / Sen tükenme beni bitir”... ax