‘Bir demet yasemen, aşkının tek hâtırası’
“Yunan denize dökülünce, çakma erkeklerin hepsinin Galata’daki pasaport dairesine koştuğu kayıtlara girmiştir, onların Proodos gazetesinin de 9 Eylül’den sonra Yunanistan’a kaçmak amacıyla her gün beş bin kadar Rum’un çıkış damgasının peşine düşmesini haber yaptığını Yorgo Bozis’ten okumuştum.
6-7 Eylül dediğimde her tıkız kafadan farklı ses çıkıyor, balon uçuranlarıysa hayli fazla. Arkadaş, ağzın kıllanmadan önce hiç değilse Mütareke dönemi Pera fotoğraflarına bir bakıver, şâyet tembele yatmaya niyetliysen, göreceğini ben sana baştan söyleyeyim: Her apartmandan sarkan mavi beyaz Yunan bayrağı, yüzlerce değil, binlerce. Bir de, vitrinlerde mum ışıklarıyla aydınlatılmış olan Venizelos’un resimleri, Cadde-i Kebir’den geçen Rumlarsa durup, Venizelos’un önünde haç çıkarıyorlar, ağlıyorlar. Elbette fotoğrafların karelerine girmeyenler de var: Taksim Bahçesi’nde bütün gün çalan Yunan marşları, işgal ordularının askerleriyle zingirdeşen eteği belindeki Rum kızları, fesli adamlar için pusuya yatan palikaryalar, say say bitmez.
Fes deyip hemen geçmeyelim, Kaptan-ı Derya Hüsrev Paşa’dan beri Türk’ün alâmet-i fârikasıydı. Kalıpları sıfır numaradan on altı numaraya kadardır, “Mecidiye”, “Azîziye”, “Hamidiye”, “Zuhaf”, “Sıfır”, “Fino”, “Darbeyoğlu”, “Efendi” ve “İzmir” olarak isimlendirilen şekilleri vardı, ama edebiyatımıza girişi vaziyetlerinden dolayıdır: “Limon kabuğu”, “Saksı dibi”, “Tablakâr” ve “Nar çiçeği”. Mütareke’de fesin şekli de vaziyeti de hiç fark etmiyordu, kafasında fesle Cadde-i Kebir’e çıkmaya kalkışanı, sokak başlarını tutan palikaryaların dolmalık kabak gibi oymaları işten bile değildi. 11 Haziran 1922 günlü Akşam gazetesi de bu hakikatı “Cadde-i Kebir’de fes giyen bir kişiye rastlamak imkânsızdır” şeklinde ifâde etmişti. Ama, Yunan denize dökülünce, çakma erkeklerin hepsinin Galata’daki pasaport dairesine koştuğu kayıtlara girmiştir, onların Proodos gazetesinin de 9 Eylül’den sonra Yunanistan’a kaçmak amacıyla her gün beş bin kadar Rum’un çıkış damgasının peşine düşmesini haber yaptığını Yorgo Bozis’ten okumuştum. ‘22 yılından sonraysa kıçı külde gönlü gülde konuşmanın sırası bize gelmiştir, 26 Nisan 1923 günlü Akşam gazetesi, elbette şehr-i İstanbul’dan ziyâde Beyoğlu’nu kasdederek, artık Ahmet’in ve Yorgo’nun birlikte yaşamasının mümkün olmadığını, çünkü Mütareke yıllarında tohumları ekilen kini hiçbir şeyinin silemeyeceğini döktürüyordu. İnanın, bu yoruma karşı bir şey diyemiyorum, çünkü Rumların maalesef İngiliz’e ve Fransız’a sırtlarını dayayarak sonlarını kendilerinin hazırladığı kanısındayım.
Rumlar, yediden yetmişe, câhilinden münevverine, topyekûn Türk düşmanı kesilmişlerdi, oysa İstanbul’un Ermenileri öyle değildi. Onların zulmü şarktaydı, emperyalistlerin tuzağına düşmüş bazı münevverlerin fikrindeydi, soğan beyinli üç manda kasanın kudurmasındaydı, yoksa şehrimizdeki fakir Ermenilerin Türklerle bir derdi yoktu. Peki, Rumların ‘40’lı yıllarda da İtalyan asıllı Levantenlerle kafayı bozup Beyoğlu’nun arka sokaklarında adam kovaladıklarını biliyor muydunuz? Bunları söylüyorum diye sakın ha beni Rum düşmanı bellemeyin, sadece ne olduysa onu not düşüyorum. Bu uyarıdan sonra şöyle devâm edeyim: ‘22 ve ‘23 yılında Pera’dan çok kişinin Yunanistan’a kaçtığını herkes biliyor da, acaba ‘32 yılında çıkartılan 2007 sayılı kanunu bilen kaç kişi vardır? Aman, kayış kopmasın. Yeni kanun ile bazı sanat ve hizmetlerin sadece Türkler tarafından yapılacağı kuralı getirilmişti. Sayılanlaraysa bakın, ayakkabı satıcılığı, çalgıcılık, fotoğrafçılık, berberlik, mürettiplik, simsarlık, elbise, kasket ve kundura imalatçılığı, borsalarda aracılık, bar şarkıcılığı, kapıcılık, hanlarda bekçilik, odabaşılık, garsonluk, baytarlık, kimyagerlik, amelelik ve aklınıza dahi gelmeyecek nice kalem. Bu kanun yüzünden İstanbul’dan Yunanistan’a gitmek zorunda kalanlarsa Apoyevmatini gazetesine defalarca haber olmuştur. Ardından 6-7 Eylül geldi, ipin ucu kaçırıldığı için sonucuna vandallık yazıldı. Kimse nedenlerinin çözümlemesini yapmadığından da olaylar bir tabuya dönüştü, yarım asra yakın bir süre sonra 6-7 Eylül’ü yazmaya cesâret edenlerin kitaplarındaysa sadece yakılmış, yıkılmış ve yağmalanmış bir Beyoğlu tasvir edildi. Benimki çanına beton sıvanmış yorum olacaksa da olsun, söyleyeceğim: Yılmaz Karakoyunlu’nun “Güz Sancısı” ve Sergun Ağar’ın “Aşkın Samatya’sı Selânik’te Kaldı” romanları, baştan sona eksiktirler, çünkü kimse neden diye sormamıştır. Oysa, 6-7 Eylül’ü en fazla Barbaros Baykara’nın yazmasını isterdim, yakıp yıkan gürûhtandı ve dört ay kadar da bir hücrede tutulmuştu. Üstadımız kısacık yaşamında çok şeyi yazmasına rağmen nedense bir 6-7 Eylül’den uzak durdu, bu da kafamı hep karıştırıyor.
Neyse, biz yeniden Beyoğlu’ndaki Rum nüfusunun erimesine dönelim. Orhan Türker, şeker şurubu lezzetindeki “Pera’dan Beyoğlu’na” isimli eserinde, 6-7 Eylül’ün ardından çok az sayıdaki Rum ailenin dışında hiç kimsenin Beyoğlu’nu terk etmediğini, aksine, Samatya ve Kumkapı gibi semtlerden Beyoğlu’na doğru yoğun bir iç göçün yaşandığı ve bunun sonucunda da semtin Rum ağırlıklı nüfusunun arttığı kanısındadır. Bendeki rakkamlar biraz farklı, dolayısıyla da aksini düşünüyorum. Ama, önce Beyoğlu’nun Rum nüfusundan hışırımı çıkaran ‘56 ile ‘64 arasındaki doğum ve ölüm eşitsizliğini bir derkenar olarak döktürmek niyetindeyim. ‘56’da yüz bebek doğmuş yüz doksan kişi ölmüş. ‘57’de iki yüz kırk altı doğum var, dört yüz otuz yedi de ölüm. ‘58’e gelince, iki yüz on beş bebeğe üç yüz yetmiş sekiz cenaze. ‘59’da iki yüz yirmi ınga sesine karşılık dört yüz yirmi dört de taşlı köye taşınma not edilmiş. ‘60’da yüz yetmiş sekiz hayata merhaba, üç yüz yirmi iki de kayıp. ‘61’de yüz altmış beşe üç yüz yetmiş dokuz. ‘62’de yüz otuz dokuza üç yüz altmış dokuz kaydı mevcût. ‘63’de ise yüz kırk üçe üç yüz otuz altıdır. Sonra da meş’ûm ‘64 yılında sekiz bin altı yüz Yunan uyruklu Rum sınır dışı edilmiştir. ‘23 sonrasında İstanbul’daki Rumların sayısının yüz bin kadar olduğu kesindir, onların yarısı da Beyoğlu’nda ikamet ediyordu, bundan ‘32 ve ‘64 yıllarının rakkamlarını düşün, yine de İstanbul’da doksan binden fazla Rum’un kalması gerekiyordu. Peki, nasıl oluyor da, bugün taş çatlasa üç bin kadar Rum sayabiliyoruz? Kilise kayıtlarından doğum ile ölüm arasında bir eşitsizlik hakikatı ortaya çıksa dahi inanın bunun dramatik farkta bir değeri yoktur, bence şu ‘55 için bir defa daha kafa patlatmalıyız.
Kâğıt üstündeki rakkamların hissizliği beni hep rahatsız etmiştir, örneğin gidenlerin kedisine köpeğine ne oldu, bu hiç yazılmadığından soruyorum: Onları Yunanistan’a götüremediklerinden zavallıların sokağa bırakıldıkları muhakkaktır, Beyoğlu’nda artık kediciğine “Ela do Arapopulo, ela do!” diye seslenen kaç ihtiyar kalmıştı geriye? Peki ya, sokağa bırakılan bir kedi, uzaklardaki sâhibinin “Arapaçiim, ela ela Arapopulu, Arapopulo!” sesini işitmeden kaç gece dayanabilmiştir kalbinde kanserleşen yalnızlığına? Sahi, bir de evler var değil mi, o evleri Feride Çiçekoğlu’nun “Suyun Öte Yanı” isimli romanında “Evlerinden koparılan insanlar kadar, insanları koparılan evler de biraz küserler yaşama” şeklinde tarif ederek beni ağlattığını anımsıyorum. Bir yazımda Cihangir’deki 42 kapı numaralı Bazlamacı Apartmanı’na sırf bunun için değinmiştim, ‘91 yılında Bebek’ten oranın ilk katına taşınan Gülsün Karamustafa, dokuz yıl kadar sonra, elinde paketlerlerle çarşıdan dönüşünde, kapının önünde apartmana nemli gözlerle bakan bir çifte rastlar. Gülsün Hanım, kadının ve adamın bakışlarının ensesinde hafiften bir ürpermeye neden olduğunu hissedip, “Size nasıl yardımcı olabilirim?” diye sormuştur. Adamın boğazı düğümlendiğinden konuşamaz, ama kadın “Kocam burada doğmuş, görmek istedik!” deyip, noktayı koyar. Gülsün Hanım neyle karşılaşacağının farkında olmasa da, çifti dairesine davet eder. Birer kadeh şarap derken, isminin Grigoris olduğunu öğrendiği adamın duvarları okşamasına ve ikide bir “Hiçbir şey değişmemiş!” demesine şaşıran Gülsün Hanım, sonunda 6-7 Eylül’e yuvarlanıverir. Grigoris, meğerse şehr-i dildarımızın en nefis gazozu sayılan Olimpos’un sâhibi Nikoli’nin oğluymuş, ‘50 yılında Gülsün Hanım’ın apartmanında doğmuş, aile apartmanı olduğundan oranın her dairesine girip çıkmış, ‘57 yılındaysa ailecek Atina’ya göçmüşler.
İstanbul’un kedisi köpeği hüsn-i âkıbetlerini Sultan II’nci Abdülhamid devrinde geçirmiştir, sıkıysa biri onlara kötülük yapsın, doğduğuna pişman olurmuş. Bu yüzden olsa gerek, sokak köpeklerinin en kalantorları, Sultan’a yakın mahallerde, Beşiktaş’ta ve Yıldız’da yaşamış. Hünkârımızın devrinde Pera’nın gayr-i Müslim halkı ise hayvan düşmanlığında birinci sıradadır, şehrin Müslümanları olmasa hepsi açlıktan ölürmüş. Beni Müslüman nüfusta en fazla şaşırtan şeyse, merhameti esâs alan bir dindârlıktan nasıl birden hayvan sevmeyen bir topluma dönüştüğümüzdür. Her şeyin Batıcı kafa yapısının inkişâfıyla başladığı muhakkaktır, bu sevgisizliğin zamanla Müslüman inancına da sirâyet etmesi ise akıl alır gibi değildir. Cumhuriyet döneminde belediyecilik karnemiz berbattır, ‘80 öncesinin sol ve sağ mahfillerindeyse hayvan sevmezliğin ne kadar yaygın olduğunu bilenler çıkacaktır. ‘76 yılında Bâyezîd’de beyaz bir köpeğin üstüne mavi boyayla aşırı sağcı bir partinin baş harflerini yazdıklarını ve gelen geçenin zavallı hayvancağızı tekmelediğini anımsıyorum. Ben olaya müdahale etmeseydim, köpeği kesin öldürürlerdi. O günden sonraysa Süleymaniye’ye, birazcık da benim sayemde, sadece kedi köpek değil, Çingenelerin dansçı ayıları dahi girebildi. ‘80 yılına kadar Süleymaniye’ye onlar için her gün, süt, elma ve armut taşıdım. ‘78 veya ‘79 yılının baharındaysa her sabah bir ayı yavrusuyla güreşerek güne başlıyordum, güreşi ben değil, yavru ayı istiyordu, çünkü oyunun peşinden armut veya elma ödülünün geleceğini öğrenmişti. Bir gün de polis beni hamam çıkışı Kadırga’dan alıp Gayrettepe’ye götürdüğünde, üstümden Mahir Çayan’ın “Bütün Yazılar” isimli kitabı çıkmıştı, oradaki Bafralı bir komiser kitapla hiç ilgilenmeyip, “Oğlum, sen ne cins bir manyaksın, bütün gün ayılarla güreş tutuyormuşsun!” demez mi, hayretim tavan yapmıştı. Meğerse ayı sevmem kitap okumamdan daha tehlikeli bir politik mesele olarak görülüp aynasızlara haber uçurulmuş.
Hadi, yazımı sofralarımızdan Rumlarla birlikte kaybolan bir tatlı tarifiyle bitireyim: Yasemen reçeli! Yıllar var ki, yemedim. Bırakın reçelini, epeydir de bahçelerde yasemen görmüyorum. Şâyet bulursanız, çiçeğinden seksen veya yüz kadarını saplarından ayırıp, bir kabın içinde limon suyuyla ovun. Sonra hamurlaşmaya başlamış çiçekleri suyla kıvamlaştırılmış bir kilo şekerin içine atın ve bir taşım kaynatıp ocaktan alın. İşte bu kadar basit, inanın parmaklarınızı yiyeceksiniz. İsterseniz, reçelin soğumasını beklerken, sizi Zeki Müren’in billûr sesinden nihâvend bir şarkıyla da uzaklarda biraz dinlendireyim: “Bir demet yasemen / Aşkının tek hâtırası / Bitmiyor ayrılık / Dinmiyor gönlümün hicrân hicrân hicrân yarası”...