Bebek’ten çıktım yola...
“Bir ara Bebek Kahve’ye Süleymaniye’den birkaç arkadaşla, aklıma ilk Ahmet Zeki Pamuk, rahmetli Recep Öztürk ve Yaşar Sağıroğlu geliyor, sık sık takılır, çaylarımızı yudumlarken Attilâ İlhan okurduk.”
Özdemir Asaf’ın ‘71 yılında Küçük Bebek’te açtığı ve karısı Yıldız Moran ile birlikte işlettiği Şimdi isimli bara hiç girmedim, oraya daha çok Robert Kolejli arkadaşlarım takılırdı, ancak penceresinden gelip geçeni seyreden içerideki kedilere sokaktan bir “Turist Ömer” selâmı vermişliğim vardır. Bana ülkemizin en iyi on fotoğraf sanatçısını say derseniz, ilk beşe mutlaka Yıldız Hanım’ı da yazarım, onun ‘54 yılında tanıştığı Özdemir Asaf ile ‘62 yılında evlenmesinden sonra fotoğraf çekmeyi bırakmasınaysa hep üzülmüşümdür.
Özdemir Asaf’ın barının ismi nedense bana hep havai fişek gösterisi gibi gelmiştir, Haluk Oral’ın “Lavinia” isimli kitapçığını okuyana kadar da ismin esrâr-ı derûnunu çözemediğim muhakkaktır. Meğerse Mevhibe Meziyet Beyat, ancak birkaç sayfasını yazabildiği anılarında, “Özdemir’in felsefesi şimdiyi yaşamaktı, onunla içeceksen şimdi, seveceksen vakit kaybetmeden şimdi” diyormuş. Bu yaşam felsefesi nedeniyle de Küçük Bebek’te açtığı ufacık barına Şimdi ismini vermiş üstâdımız. Yıllar önce itinâyla abartan bir arkadaşımızın da bardaki bozuk saatten bahsettiğini anımsıyorum, mekânsa Bebek Kahve’ydi, onun söylediğine göre, Özdemir Asaf o saat hep şimdiyi göstersin diye akrebini ve yelkovanını çıkarmış, ancak bu hikâyenin ne kadarı doğruydu, bilemiyorum.
***
Bir ara Bebek Kahve’ye Süleymaniye’den birkaç arkadaşla, aklıma ilk Ahmet Zeki Pamuk, rahmetli Recep Öztürk ve Yaşar Sağıroğlu geliyor, sık sık takılır, çaylarımızı yudumlarken Attilâ İlhan okurduk. Orasını Ali Osman Efendi’nin ‘45 yılında açtığı söylenirdi, uzun yıllar boyunca da salaş bir balıkçı kahvehânesi olarak kalmış, değişmesiyse galiba Robert Kolejli veya Boğaziçi Üniversiteli kızların mekâna takılmasıyla başlamış. Kızlar yüzünden semtin avâmı mekândan ayağını kesmiş, ama onların boşalttığı sandalyelere de şıppadak egzistansiyalist gençler oturuvermiş, ‘80 sonrasındaysa “darbe mağduru” entel dantel takımının cümlesini orada görmek mümkündü, patronluksa Abdullah Atakan’a geçmişti. İsmet Berkan, Ayşe Arman, Elif Şafak, Aslı Altan, Deniz Alphan, Ahmet Utlu ve Ferhan İstanbullu gibi kapitalistleşmiş Bâb-ı Âli meşhûrlarının devriyse bizlerden epey sonradır, onlardan biriyle ilgili bir şey soracak olursanız, bilmem.
Bir yerde yarım saatten fazla duramam ya, fırsatını bulunca Bebek Kahve’den hemen Bebek Badem Ezmecisi’ne, beş on dakikalığına Sevim İşgüder ile lâflamaya kaçardım. Ablamızın pederi Mudanyalı Mehmet Halil Bey, dükkânı 1904 yılında açmış, on üç yıl sonra da Arnavutköyü’nden Anastasya Tiriyandafilidi’yi nikâhına almış. Sevim ve Semayi kardeşlerin işin başına geçmeleriyse ‘57 yılını bulmuş. Bazılarının fiyatlara bakıp da, “Su, şeker ve bademe bu kadar para mı istenir?” diye hiddetlendiğine birkaç defa tanık oldum. Bu yüzden de, onların, badem ezmesinin hayli meşakkatlı bir lezzet olduğunu bilmediklerine eminim. Hayır, her bademden ezme olmaz, örneğin Datça bademini siz sadece viskinizin yanına çerez yapabilirsiniz, ezmelik bademinizse mutlaka Diyarbakır’dan gelecektir, onların arasından da ezme olacakları tek tek seçeceksin, sonra seçtiklerini dibekte döveceksin, şekerleyeceksin ve keseceksin. Yeri gelmişken merâklısı için küçük bir not düşeyim: Sevim İşgüder’i, kayıtlarınıza sadece badem ezmecisi olarak almayın, çünkü rahmetli ablamız bir dönemin edebiyat ve sanat mahfillerinin değişmeyen isimlerindenmiş, kendisini bilhassa da Gürol Sözen’in Eski Çiçekçi Sokağı’ndaki “Müessese” mahfilinde sık sık görmek mümkünmüş. O mahfilden, Doğan Soylu, Reşit Erzin, Metin Sözen, Sadi Diren, Aloş Germaner, Behçet Necatigil, Cevat Çapan ve Murat Belge benim aklıma gelen ilk isimler. Sevim İşgüder’e “Müessese” anılarınıysa sohbete hep kedilerden ve sinemadan daldığımızdan bir türlü soramamıştım.
Sevim İşgüder’in cenâzesinin Arnavutköyü Camii’nden ikindi namazını müteakiben kaldırıldığını anımsıyorum, onun sayesindeyse şimdi doğma büyüme Arnavutköyü’nden bir başka güzel aklıma geliverdi, yani Olimpia Zoto. Yaşına rağmen çok hoş ve çok şık bir kadındı, ben kendisini Divan Pastahânesi’nin müdireliğinden biliyorum. Bana sorarsanız, kadının sinematografik olanını pek seven Attilâ İlhan üstâdımız Divan’ı biraz da onun için mesken tutmuş olabilir, derim.
***
Bebek Oteli’nin barını hep sıcak bulmuşumdur, yıllar önce iş hukuku dalında pek mahâretli bir avukat olan Utku Dönmez kardeşim ile ara sıra orada buluşur, adliye dedikodusu yapardık. Barda, sık sık, Hasan Pulur’a, Mehmet Barlas’a, Güngör Uras’a ve Oktay Ekşi’ye rastlıyorduk, şef garson İsmail’in dediğine göre, Vehbi Koç zamanından beri aynı kadro her haftanın Salı gününde orada toplanırmış, bir gün olsun dahi Vehbi Bey’in hesâp ödediği görülmemiş, herkesten önce, meteliksiz olduğunu söyleyip, masadan sıvışırmış. Bu hikâye uydurmaysa da, vebâli bana değil İsmail’e yazılacaktır.
Bebek Oteli’nden biraz yüründü mü, solda Villa Hanzâde vardı, ‘70’lerde Yeşilçam’ın da platosuydu. Aklıma ilk ‘70 yapımı “Kalbimin Efendisi”, ‘71 yapımı “Kezban Paris’te” ve ‘76 yapımı “Öyle Olsun” geliyor, sonra yıkıldı, yerine sanırım ‘90’ların başında açık kayısı renginde badanalı çirkin bir apartman inşâ edildi. Villanın sâhibi Arif Hanoğlu’ydu, kendisi eski bir deniz subayıdır. Kimilerine nazaran ‘38 yılında Gölcük’te görevliyken, ismi yaşları küçük kızların müstehcen fotoğraflarını çekmesiyle duyulmuş, buna rağmen ‘44 yılına kadar orduda kalabilmiş, o yıl bazı evli kadınlarla kaçamakları ayyûka çıktığındaysa isti’fâ etmek mecbûriyetinde kalmış. ‘45 yılında, nasıl oluyorsa olmuş, İstanbul Emniyet Müdürlüğü’ne girmiş. Ancak, asıl şöhreti Demokrat Parti dönemindedir, işi matbûata nazaran “fuhşa teşvik” olduğundan, sevdiği politikacıların yataklarına birer dilber sokuvermekte pek mâhirmiş. Kartvizitinin meslek hânesine “Seksüel Prodüktör” yazdırtan Arif Hanoğlu, divandelenlerin fotoğraflarına yedi yirmi dört şaklattığı, Ayşe Baysan, Hurşide Bleda, Nahide Sarıca ve Altan Karındaş gibi ma’bûdeleri nikâhına alınca da, komisyonculuktan “çapkın” sınıfına dâhil edilivermiş. Ama, komisyoncu Arif Hanoğlu yaşlanınca, neslinden aşna fişneye para ayıracak adam bulamıyor, bu yüzden de villasını Yeşilçam’a kiralamaya başlıyor. Ben filmcilik sektörünün figüran eskilerinden, onun ‘70’lerde aşk filmlerinin unutulmaz yönetmenleri sayesinde iyi para kazandığını duymuştum, Arif Hanoğlu için iyi paranın kıstasınıysa tezâtlar nedeniyle bir türlü kestirememiştim.
***
Emirgân benim için ‘76 yapımı “Tosun Paşa” filminden önemlidir, ama oradan öyle derin anılarım bulunmuyor. Belki ‘75 ile ‘80 arasında Çınaraltı’ndaki kahvehâneler semte ayrı bir renk katıyorlardı, ‘80 sonrasındaysa, sıkışık masalar, saygısız garsonlar ve hesâp şişirmeceler, düpedüz sıçtıklarının ismini anber-i sahra koymak demekti. Ümmet Karaca’nın, Ayhan Türker’in ve Ülfet Verda’nın tablolarındaki Çınaraltı’na sakın ha aldanmayın, çünkü mahallin hakikatı resmedildiği gibi hiç değildi. İstinye ise, arkadaşlarım, Levent Erseven ve Barbaros Hayreddin Paşa’nın ahfâdından Taci Barbarosoğlu orada oturduklarından bana daha farklı geliyordu, onlar yüzünden Adnan Özer’in ve benim ‘80’li yılların başlarında İstinye’de sabahladığımız çoktur, Adnan ve Levent bir de oradan evlenip, bacanak olmuşlardı. Yeniköy’ü geçtim, Tarabya. Muharrir ve ressam Agop Arad semtin alâmet-i fârikasıydı, bana sorarsanız size onun kitap kapaklarının nefâsetini bugün dahi kimsenin yakalayamadığını söylerim, bir zamanlar Yalçın Pekşen’in yazdığına nazaransa, gazeteden emekli olunca, Tarabya’daki Köşem Restaurant’ın en ön masasına çekilmişti. Agop Arad’ın emekliliğine, Hristo’nun, Serafim’in, Boğos’un ve Garabet’in salaş meyhâneleri yetişemediğinden, üstâdımıza artık Köşem, Calypso, Palet, Kıyı ve Filiz gibi içkili balık restoranlarının hengâmesi kalmıştı. Peki, Agop Arad’ın lacivert kırmızılı Tarabya Spor’un kurucu babalarından biri olduğunu duymuş muydunuz? Ayrıca, Tarabya Spor’un, Beşiktaşlı Sabri Dino’ya, Galatasaraylı Haydar Erdoğan’a ve Sarıyerli İlker Büyükdurmuş’a şöhretin kapılarını araladığını da bir yerlere not düşün.
Agop Arad semtini çok seviyordu, tamam, peki o şirin semtin Ordinaryüs Profesör Ekrem Şerif Egeli’nin ruhunu yirmi sekiz yıl boyunca nasıl yaktığını biliyor musunuz? Merâkınızı, Akşam gazetesinin 1 Aralık 1952 günlü nüshasındaki “Tarabya’da dün geceki kaza” başlıklı habere bakmanızı söyleyerek, gidereyim. Orada bir restorantta yiyip içen beş arkadaş, saat 23.00 gibi tıp fakültesi son sınıf talebesi Yaman’ın kullandığı “İstanbul, 560” plakalı otomobille evlerine dönerlerken, Fransız mektebinin önündeki virajda önce yaya kaldırımına sürtünüp elektirik direğine çarpıyorlar, sonra da üçüncü babanın üstünden denize uçuyorlar. Otomobildeki gençlerden üçü, kendilerini dışarıya atmayı becermişler, ancak yirmi üç yaşındaki Yaman ve Sümerbank Feshâne Fabrikası’nda ambar memûru olarak çalışan otuz dört yaşındaki Halûk Kanat, otomobilden çıkamayıp, son nefeslerini orada veriyor. Yaman, tahmin edersiniz, Ordinaryüs Profesör Ekrem Şerif Egeli’nin oğluydu, hocamız ve zevcesi Vecihe Hanım yıkılmıştır, bu yüzden de yıllarca insanlardan kaçıp, karanlıkta oturmuşlardır. Vecihe Hanım, ancak ‘56 yılında, “Bir Yaman Vardı” isimli ağıtını yazıp, oğlunun anılarıyla hesâplaşabilecektir.
Önümde 11 Haziran 1968 ve 27 Haziran 1968 günlerinde çekilmiş iki fotoğraf var. Biricisinde Deniz Gezmiş hocaların hocası Ekrem Şerif Egeli ile tartışırken, ikincisindeyse yine Deniz Gezmiş boykot ve işgal komitesinin a’zâsı olarak Ekrem Şerif Egeli ile bir meseleyi konuşurken görülüyor. Hocamız, ‘65 ile ‘69 arasında İstanbul Üniversitesi’nin rektörlüğünü yaptığından, her fotoğrafta onun olmasına şaşırmayın. Kafamı meşgul eden sorularsa şunlar: Biri, hukuktan Deniz Gezmiş’in rektörlerinin acılı bir baba olduğunu bilip bilmediğidir, diğeriyse, talebesi Deniz Gezmiş’in idam edildiğini öğrendiğinde Ordinaryüs Profesör Ekrem Şerif Egeli’nin neler hissettiğidir.
***
Geldik Sarıyer’e, benim için bu semt, lacivert beyazlı Sarıyer Spor Kulübü, kıymalı kol böreğine bayıldığım Sarıyer Börekçisi ve Turuncu Eczahânesi demektir. ‘83-’84 sezonunda Rıdvan Dilmen isimli “Şeytan” Boluspor’dan Sarıyer’e transfer olunca, Rıdvanlı, Sercanlı ve Çelebiçli lacivert beyazlıların maçlarını pek kaçırmadım. Ama, Fenerbahçe’nin ‘87-’88 sezonunda Sarıyer’den Rıdvan’ı ve Altay’dan Erdi’yi almasına rağmen bize on üç yenilgiyle en kötü sezonlarımızdan birini yaşatmasıysa, hakikaten akıl alır şey değildi. Sırasıyla adım atarsak, şimdi Sarıyer Börekçisi’ne giriyorum. Orayı 1895 yılında Safranbolu’nun Yörük köyünden Mehmed Ali Efendi kurmuş, vefât edince oğlu Ahmet baba mesleğini yürütememiş, söylenenlere nazaran bu yüzden dükkân icrâ marifetiyle satışa dahi çıkmış, kızı Hacer’in oğlu Orhan Turhan orayı alıp işin başına geçinceyse, cümle börek severler rahat bir nefes almışlar. Ben de, yıllar yıllar evvel, Sarıyer Adliyesi’ne duruşmam çıktığında, kıymalı kol böreğinin heyecânını bir gece öncesinden yaşamaya başladığımı buraya bir hurde teferruât olarak yazayım. Efendim, Sarıyer’e muhtemelen son gidişim ise, Turuncu Eczahânesi yüzündendir. Biliyorum, ne alâka diyeceksiniz, söyleyeyim de rahatlayın: Yanılmıyorsam 2010 yılındaydı, bir gazetenin hafta sonu ekinde, “İnsanlar ilâç almaya, kedilerse doğum yapmaya geliyorlar!” başlığıyla bir haber çıkmıştı. Ben de işte o eczahâneyi merâk edip, Suâdiye’den kalkmış ve Sarıyer’e gitmiştim. Ama, yorgunluğuma değmişti. Çünkü, sadece Banu Hanım’ın eczahânesine değil, komşusu Hasan Bey’in dükkânına da kedilerin yavrularını emzirmeye geldiklerini gözlerimle görmüştüm ve yavru kedilerin iki dükkânın kasalarına Halil İbrahim bereketi getirdiğini kulaklarımla işitmiştim.
Bu yazıyı bitirmenin vakti gelmiş de geçiyor, ama otuz iki kısım tekmil-i birden başka bir mâcerâmıza pencere açabileceği düşüncesiyle son üç noktamı Ahmet Özhan’ın sesinden bir Rast şarkının peşine koyacağım: “Çoktan beri bir kız tanırım ben Sarıyer’de / Boy pos onda, kaş göz onda, esmer ona derler / Hiç benzeri yok, varsa gelsin, kim hani nerde / Boy pos onda, kaş göz onda, esmer ona derler”...