Vatanseverlik ve “terörö”
Ülkemiz, çoğu kırklı, ellili, altmışlı yıllarda köylerde, kasabalarda doğup büyümüş bir siyasetçi ve bürokrat nesli tarafından yönetiliyor.
Bu insanların kafalarında çok erken yaşlarında teşekkül etmiş ve değişmesi çok kolay olmayan köy, kabile ve cemaat odaklı bir hayat, toplum ve devlet tasavvuru var.
Küçük köylerde herkes birbirini tanır, akrabalık bağları ve ortak inançlar güçlüdür, ortak değerler etrafında bir araya gelmek, birlikte hareket etmek kolaydır. Zirai faaliyetler için hep beraber çalışmak, kaynakları paylaşmak, dışarıdan gelen tehditlerden korunmak için omuz omuza savaşmak, herkesin hayrınadır. Grubun çıkarları, bireyin çıkarlarının önündedir. Birey, ancak kabilenin bir parçası olarak var olabilir ve ancak kabileye olan sadakati ve faydası ölçüsünde değerli kabul edilir.
Bugün bizi yöneten ya da yönetmeye aday olanların pek çoğu, “ortak değerlerin” ve “ortak tehditlerin” bir arada tuttuğu, birbirine akrabalık, hemşerilik, soydaşlık ve inanç asabiyetleriyle bağlı, küçük topluluk modelinin, ölçeklendirilerek tüm ülkeye uygulanabileceğini zannediyor.
Koskoca ülkeyi, köylerinin, kasabalarının büyük ve kalabalık bir versiyonu gibi görme eğilimindeler.
Çok farklı etnik, dini, siyasi gruptan insanın bir arada yaşadığı metropollerde bu tür “asabiyetlerin” birlik değil, bilakis bölünme, ayrışma ve çatışma vesilesi olduğunu görmek istemiyorlar.
Hatta o çatışmaların enerjisi ile beslendikleri için, siyasi stratejilerini tamamen “ortak” değer ve tehditleri vurgulama üzerine kuruyorlar.
Bu kadar faklı rengi içinde barındıran bir toplumda, iktidarı ele geçiren bir grubun kendi değerlerini zorla herkese empoze etmeye çalışması ters tepiyor. Vatandaşların büyük kısmını hayli rahatsız ediyor.
Bir bakıyorsunuz, en kolay ulaşılabilecek ortak payda gibi görünen “vatanseverlik” bile bir tahakküm ve çatışma aracına evriliveriyor.
Herkes kendi vatanseverliğini diğerlerininkinden ayrıştırıp alternatif bir tanım yapıyor.
Hatta çoğu kimse artık vatanseverliği, işlenen korkunç suçların üzerini örtmek için araçsallaştırılan, kirletilmiş bir kavram olarak görmeye başlıyor.
O zaman elde bir tek “ortak tehdit” kalıyor.
En büyük ortak tehdidimiz ise malum: “terör”.
Neticede hangi inancı taşıyorsak taşıyalım, hangi etnik kökenden olursak olalım “terör” hepimizi -fikir ayrılıklarımızı bir kenara bırakarak- ortak bir tavır almaya sevk edebilecek bir tehdit.
Fakat terörün tanımının bilinçli olarak müphem bırakılması, iktidar odaklarının kendilerini rahatsız eden her hadiseye terör, her muhalife terörist damgası vurması ve terörü, hukuksuzluğu meşrulaştırma aparatı gibi kullanması bu kavramın da içinin boşalmasına sebep oluyor.
Korkutula korkutula akılları başlarından alınmış cahil kitleler, iktidarlarına tehdit gördükleri herkesi şeytanlaştırmayı normalleştiren liderlerinin yolundan giderek, canlarını sıkan her olaya terör demeye başlıyorlar. Tabi bu durumda aşina olmadıkları, kulaklarına hoş gelmeyen her sıra dışı fikrin sahibine de kolayca “terörist” yaftasını yapıştırıveriyorlar.
Aklı başında insanlar, bu cahilce sayıklamalara bir isim taktı: “terörö”.
Tribün tezahüratı gibi, slogan gibi tekrarlanan, tekrarlandıkça anlamsızlaşan bir kavramı çok güzel ifade ediyor bu tabir.
Gün geçtikçe etkisi azalan vatanseverlik ve terör söylemleri, ekonomik vaziyet kötüye gittikçe toplumsal fay hatlarını daha çok tetikler hale geliyor.
85 milyon insanı sadece ne idüğü belirsiz bir vatanseverlik hissi ve terör korkusu ile bir arada tutmak mümkün değil.
Kalabalık ve kozmopolit bir toplumu bir arada tutmanın yolu, üyelerine ortak değerler aşılamaktan, onları topluca korkutmaktan değil, farklı duygu, düşünce ve becerilerini dolaylı yoldan birbirlerinin istifadesine sunabilecekleri bir sistem kurmaktan geçiyor.
Bizi bir arada tutacak olan şey, ortak değerler ve duygular değil, herkesin karşısında eşit muamele gördüğü toplumsal kurallar ve sözleşmelerdir. Ancak bu yolla, bireylerin farklılıklarına rağmen bir arada yaşayabilmeleri, iş birliği yapabilmeleri ve ortak bir düzeni sürdürebilmeleri sağlanabilir.