Tanrıyı öldürdük ‘yeni tanrımız’ insan
Hepimiz hayatımız boyunca Mevlana’nın, Yunus Emre’nin, Hacı Bayram-ı Veli’nin nasıl aslında gelmiş geçmiş en büyük “hümanist” bilgeler olduğuna dair bir araba boş laf işitmişizdir.
Kitlelerin sorgusuz sualsiz, şevkle kucakladığı bu sözler tamamen yanlıştır.
Hümanizm insan sevgisi falan değildir.
Hümanizm, tanrıyı öldürüp yerine insanı yerleştiren modern bir dindir.
Merkezine tanrıyı koyan inanç sistemlerinin karşısında saf tutan, tanrıyı kovduğu merkeze “insanı” oturtan bir anlayıştır.
Hümanizm dini, tanrıyı, vahyi, melekleri, kıyameti, cenneti, cehennemi reddeder.
Mezkur Müslüman düşünürlerin, Batıda özellikle aydınlanma ve rönesans sonrası gelişen bu ultra seküler anlayışla ne tarihi ne coğrafi olarak bir alakası söz konusudur.
Bu cahilane hatayı tespit etmek kolay.
Ama günümüzde, dünyanın geri kalanıyla birlikte hepimizin bu seküler inancı az çok benimsemiş olduğu gerçeğini hazmetmek zor.
Bugün en Müslüman, en dindar, en sofu geçinenlerimiz de dâhil olmak üzere çoğumuz hümanizm dininin ilkelerini kabul etmiş, hayatımıza mana veren ilahi plana dair inançlarımızdan vazgeçmemiz karşılığında bize güç, konfor ve refah vaat eden modern sözleşmeyi imzalamış durumdayız.
Artık iyiyi, haklıyı ve güzeli tespit etmek için “tanrının dediklerine” değil “kendi içimize” bakıyoruz.
Hayatlarımızın anlamını artık kutsal kitaplarda değil, asırlardır kainattaki tek anlam kaynağı olduğunu kabul ettiğimiz “insanda”, yani kendi duygu ve arzularımızda arıyoruz.
Bu sebeple özgür irademizin en yüce anlam ve otorite kaynağı olması gerektiği fikri bizi çok doğal geliyor.
Artık “fetvayı”, kutsal metinleri bizden daha iyi kavrayan kimselerden değil “kalbimizden” alıyoruz.
Çocukluğumuzdan itibaren hümanist sloganlara büyümüş nesilleriz: “İç güdülerini dinle, kendine karşı dürüst ol, hislerine güven, içinden gelen sese kulak ver, yüreğinin götürdüğü yere git, ne istiyorsan onu yap.”
Bir şeyin kötü olması için yalnızca insanları kötü hissettirmesinin, iyi olması için de iyi hissettirmesinin yeterli olduğunu düşünüyoruz.
İşlendiklerinde artık kimsenin kendisini kötü hissetmediği belli fiiller varsa, o fiilleri yasaklayan ilahi emirleri anlamsız buluyor, sessizce tedavülden kaldırıyoruz. Yahut tersine, geçmişte serbest bırakıldığı, mubah görüldüğü halde bugün artık insanları kötü hissettiren fiilleri yasaklıyoruz.
Kendilerine inanmaya hazır olsak bile, bize ulaşan dini metinlerin otantikliğini rasyonel yöntemlerle sorguluyoruz. Küçücük bir özün etrafına yığılmış devasa müktesebatın aslında bizim gibi insanların yorumlarından oluştuğunu görüp şüpheci bir tavır alıyoruz. O yorumlara karşı kendi yorumlarımızı ileri sürmeye başlıyoruz.
Estetik saha da hümanizm dininden nasibini alıyor. Bir şeyi ya da bir kimseyi “güzel” diye nitelemek için bazı şartların gerektiği fikrini reddediyoruz. “Gönül kimi severse güzel odur”, “zevklerle renkler tartışılmaz” diyoruz.
Kutsallık atfettiğimiz his ve arzularımız, sadece özel hayatlarımıza değil, sosyal ve siyasal süreçlere de anlam ve şekil veriyor.
Nasıl bir sosyal düzen kurmamız gerektiğini belirlemek için kutsal metinlere de, din adamlarına da, bilim adamlarına da itibar etmiyor, doğrudan sıradan insanlara dönüp “ne yaparsak kendinizi daha iyi hissedersiniz” diye soruyoruz.
“Milli iradeyi”, yani insanların his ve arzularının bileşkesini, en üst, en belirleyici otorite olarak görüyor, seçmenlerin -yani tanrının ya da bilimin değil insan hislerinin- en iyi, en doğru istikameti belirleyeceğine inanıyoruz.
Bu, geri döndürülebilir bir sürece benzemiyor.
Fakat toplumsal yapıları sadece insanların his ve arzuları üzerine inşa etmenin vahim neticeleri var.
His ve arzularımız, harici ilkelerle dizginlenmediğinde, nefislerimizden başka tanrı tanımaz hale geldiğimizde, hepimizi tatmin edecek kaynaklar mevcut değilse, ihtiras ve çıkar çatışmalarımız ister istemez baskı, zulüm ve savaş üretiyor.
Dehşet verici bir kriz bu…
Bakalım insanlık, bugüne kadar küresel maddi refah artışıyla erteleyip durduğu bu krizi bir kez daha ötelemeyi başarabilecek mi.