Sosyal bilimlerde soyutlamalar ve genellemeler
Bilim insanları, elektronların, atomların, elementlerin, moleküllerin, bileşiklerin, maddenin, hücrelerin, dokuların, organların, organizmaların, gezegenlerin, güneş sistemlerinin, takım yıldızların, galaksilerin mahiyetlerini ve birbirleriyle son derece karmaşık ilişkilerini anlayabilmek için “gerçekliğin” son derece basite indirgenmiş hayali bir kopyası üzerinde çalışırlar.
Çünkü insan zihninin kapasitesi, o kadar büyük bir karmaşıklığı “olduğu gibi” kavrayabilecek güçte değildir.
“Sosyal gerçeklik” için de benzer bir durumdan bahsedilebilir.
İnsanoğlu, doğuştan getirdikleriyle, çevresinden öğrendikleriyle, aklıyla, hisleriyle, yönelimleriyle, kararlarıyla, adanış ve vazgeçişleriyle “anlaşılmaz” bir varlık.
Tek başlarına yeterince anlaşılmaz olan insanların, aileler, akrabalar, komşular, kabileler, cemaatler, kurumlar ve milletler içinde, birbirleriyle çeşit çeşit etkileşimlerinden türeyen toplumsal düzen çok daha karmaşık.
O düzenin mahiyeti, dinamikleri, nasıl mümkün olduğu, nasıl kurulduğu, nasıl çözüldüğü muamma!
Sosyal bilimciler de, fizikçilerin, kimyacıların, biyologların, gerçekliğin sonsuz karmaşasıyla başa çıkmak için başvurdukları yöntemi kullanıyorlar: “gerçekliğin düşük çözünürlüklü bir klonu” üzerinde çalışmak.
Toplumların yönelimlerini, bazı makro ekonomik faktörler, toplumsal davranış desenleri, gelenekler, dini inançlar vs. gibi birkaç faktörün etkilerini inceleyerek anlamlandırabileceklerini düşünüyorlar.
Eğer faktörleri isabetle seçer ve o faktörlerin etkilerini doğru örneklemler üzerinden sağlıklı olarak ölçebilirlerse, bu yaklaşım -temel bilimlerde olduğu gibi- belli bir noktaya kadar işe yarayabiliyor.
Fakat sosyal bilimcilerin işi, temel bilimlerle uğraşanlardan çok daha zor!
Çünkü sosyal bilimlerin anlamaya çalıştığı, öngörülmesi nispeten kolay olan kararlı “nesneler” değil istikrarsız “özneler”.
Yeryüzünün neresinde olursanız olun, yaz, kış, gece, gündüz, şu ülke bu ülke fark etmeksizin, bir taşı bıraktığınızda her seferinde aynı şekilde yere düşüyor.
Ama farklı insanlar çok benzer şartlarda bile çok farklı tepkiler verebiliyorlar.
Hatta aynı insan, kısa zaman aralıklarında aynı şeye verdiği tepkileri yüz seksen derece değiştirebiliyor, farklı gruplar içinde farklı tepkiler üretebiliyor.
Bu durum, toplumsal gerçekliği anlama adına yapılan soyutlamaları ve genellemeleri daha “tehlikeli” hâle getiriyor.
Sosyal bilimcilerin hatalı soyutlamalar ve genellemelerle, gerçekle uyuşmayan neticelere varma riskleri yüksek.
Kuantum mekaniği bağlamında, gözlemcinin incelediği gerçekliği değiştirdiğini biliyoruz.
Acaba ışık dalga mı parçacık mı diye deney yapıp bakmak isteyen gözlemci ışığın parçacık özelliklerini gözlemlemeye çalışıyorsa ışık parçacık gibi davranıyor, dalga özelliklerini gözlemlemeye çalışıyorsa dalga gibi davranıyor.
Sosyal gerçekliği araştıran gözlemciler de benzer şekilde onu anlayalım derken, olan bitene dair değil de görmek istediklerine dair “bilimsel” veriler elde edebiliyorlar.
Fenomenleri incelerken “olanı” değil de olmasını istediklerini (ya da beklediklerini) görebiliyorlar.
Bu da hem yanılmalarına hem başkalarını yanıltmalarına sebep olabiliyor.
Üstelik, kavramaya çalıştıkları gerçekliğin dokusuna müdahale etmiş de oluyorlar.
Sosyal gerçekliğin yaşanandan ayrı olarak, algılanan ve “inşa edilen” boyutları var. Her tarif etme çabası onu biraz değiştiriyor.
Sosyal gerçekliği anlamak için kullanılan basite indirgeme yöntemi, onun daha kolay tahrif edilmesine yol açıyor.
Toplumsal gerçekliği anlamak için yola çıkanlar, bazen bilerek, bazen farkında olmadan kafalarındaki basit önyargıları gerçeklik sanabiliyorlar.
İnsan topluluklarının karakter ve davranışları ile ilgili olarak yapılan genellemeler ve analizler hava durumu tahminlerine benziyor: Çoğu zaman yanlış çıkıyor.
Hulasa, toplumsal gerçekliğin mahiyetine dair her açıklamanın, özünde bir arayış, bir tahmin, bir akıl yürütme olduğunu, ne kadar bilimsel gibi görünürse görünsün bunlara “mutlak hakikat” gibi bakmanın yanlış olduğunu aklımızdan hiç çıkarmamamız gerekiyor!