Lût Kavmi’ne benziyoruz
Geçen hafta, son derece netameli bir meseleyi ele almayı denedim. Kısıtlı yerden dolayı, yeterli somut misal ve izahatla destekleyemediğim yazımda aktarmaya çalıştığım düşüncelerimi biraz daha açmak istiyorum.
İnsan his, çıkar ve hırslarının “üzerinde”, onlardan bağımsız, gerektiğinde onları sınırlandırabilecek, sınırı aşanları cezalandırmak için temel teşkil edecek bir anlam ve otorite kaynağına ihtiyacımız var.
Çünkü böyle bir “üst değerler kümesinin yokluğunda”, aynı şeyi eşit derecede arzu eden insanlar, nefislerini (his, çıkar ve hırslarını) yegane pusula yaparak birbirlerinin canına düşüyorlar.
Doğan anomiden yaka silkenler, varlığına ve hakemliğine yakıcı bir ihtiyaç hissedilen “üst anlam ve otorite kaynağı” olarak ideoloji ve inançlara yönelince, o kaynakları herkesten daha iyi bilip anladıklarını ve onların sözcüsü, savunucusu olduklarını ileri süren ve onlarla zulmeden tipler türüyor.
Yani aranan “üst değerler seti” kılıfında insanların önüne koyulanlar, aslında yine bazı insanlarının his, çıkar ve hırsları oluyor.
Mesela İran’da mollalar, herkesten iyi anladıklarını ve bildiklerini iddia ettikleri “tanrı buyruğunu” uyguladıklarını söyleyerek ülkelerindeki kadınlara zulmediyorlar.
Yahut Çinli yöneticiler, herkesin iyiliğini ve mutluluğunu isteyen Komünist Parti ilkelerini uyguladıklarını söyleyerek ülkelerindeki Uygur azınlığa eziyet ediyorlar.
Bu tür uygulamalar, insanların arzularını sınırlayan her türlü üst değer kümesine karşı tepki ve şüphe geliştirmelerine sebep oluyor.
Böylece tekrar başa dönmüş oluyoruz.
Bireylerin arzu ve hislerinin bileşkesini en üst düzey anlam ve otorite saymak doğru değil.
Çünkü mesela karizmatik bir lider, toplumun çoğunluğunu ülkelerindeki azınlıklara ya da göçmenlere soykırım yapmaya ikna edebilir.
Hitler’in Almanya’da yaptığı gibi.
Eğer elimizde daha üst bir otorite yoksa bu tür liderlere ve peşlerinde sürükledikleri kitlelere “orada durun bakalım! %99 oyla seçilseniz dahi yapamayacağınız şeyler var!” diyemeyiz.
Bizde de bir ara, “nasıl olsa çoğunluk bizde” diye, başörtüsü yasağını kaldırmak için referandum yapalım diyen akılsızlar çıkmıştı.
O zaman aklı başında hukukçular, “saçmalamayın” demişlerdi “Temel insan hakları, referandum konusu yapılamaz!”
Demek ki “milli irade” diye kutsanan halkın siyasi tercihlerinin “üzerinde” bir takım ilkeler var ve olmalı da.
Bu ilkelerin arkasında duran, ihlal edilmelerine izin vermeyen “milli iradeden”, siyasetten, oydan bağımsız güçlere ihtiyacımız var.
Biz bu amaçla kurulan ama yer yer hakikaten birer tahakküm aracına dönüşen kurumları “bürokratik vesayet” diyerek, “gelişmemize, ilerlememize engel oluyorlar” diyerek yıktık.
Ama yerlerine hiçbir şey koymadık.
Şimdi artık hak, adalet, denetlenebilirlik, hesap verebilirlik gibi kavramları ayakta tutacak hiçbir kurumumuz kalmadı.
Sadece muhteris siyasetçilerin ve peşlerine taktıkları kitlelerin doymak bilmez arzuları var.
Bu durum toplumu felakete sürüklüyor.
Sırf hırslarımızı sınırsızca gerçekleştirebilmek için, aramızda “iyiliği emreden, kötülükten sakındıran” bir grup olmasına izin vermiyoruz çünkü.
Bu halimizle Lût kavmine benziyoruz...
Lût kavminin helak olmasına sebep olan asıl sorun -sanıldığı gibi- eşcinsellik değil, “kötülüğü”, “haksızlığı” sıradanlaştırmış, normalleştirmiş, meşrulaştırmış olmalarıydı.
Heva ve heveslerini “tanrılaştırmış” olmalarıydı.
Kendilerini uyarmaya çalışanları (peygamber olsa bile) dinlemeyi reddetmeleriydi.
Günahı, haramı, yanlışı reddedip, zaten tüm toplumun günahkar olduğunu ileri sürerek arzu ve çıkarlarının ötesinde bir “norm” tanımaz hale gelmeleriydi.
Kim kime, hangi sebeple yaparsa yapsın, ne kadar çok taraftarı olursa olsun, yanlışa yanlış, haksızlığa haksızlık, zulme zulüm diyebilmemiz için heva ve heveslerimizin ötesinde bir anlam ve otorite kaynağı şart.
Buna ulaşabilmek için, iyiliği emreden, kötülükten sakındıran, kendisi ve yakınları zarar görecek olsa bile adaletten ayrılmayan, akıl, vicdan ve ahlak sahibi, pusulası sağlam kimselerin rehberliğine ihtiyacımız var.